18 Mart 2012 Pazar

'Kitapname' Kitabı

 

 

 

 

 

İÇİNDEKİLER


Kitapname : 1

1. Neden Kitapname?
2. Kitapçılık Anekdotları
3. Kitaplar Hakkında Yazıktırmalar
4. Kitap Biyografimden Öykücükler

Kitapname : 2

1. Hangi Kitapname?
2. Kitaplar Ne İşe Yarar?
3. Okuma Anekdotları
4. Okur Manifestosu
5. Kitap Aforizmaları
6. 10.000 Kitap Nasıl Okunur?
7. Neden / Hangi Yazın / Kitap?

Kitapname : 3

1. Hangi Kitapname?
2. Eski Kitap Nedir?
3. Dünya’yı Değiştiren Kitaplar
4. Neyi Nasıl Yazmak?
5. Ötedil Arayışları
6. Bir Kitap ve Bir Yazar
7. Kara Kitapname

Kitapname : 4

1. Hangi Beyaz Kitap(name)?
2. Yazar Manifestosu
3. Yayıncılar

Kitapname : 5

1. Yayıncılara Devam

Kitapname : 6

1. Özeleştiri
2. Yazmak ve Yazmamak: Bütün Sorun Burada
3. Reklamlar ve Kitaplar
4. Beyhudelikler ve nafilelikler
5. Hastalık ve Kitap
6. Ölüm ve Kitap

Kitapname : 7

1. Yayıncılar
2. Savaşı Yazmak
3. TC’yi Yazmak
4. Acı ve Haz ve Kitap
5. Rüya ve Kitap

Kitapname : 8

1. İntiharın Binbir Yolu
2. İnternet : Söyleyecek Neyiniz Var?
3. Kalem Nedir?
4. Kitapname Deneyseldir
5. Yazar ve Kitap Denklemleri
6. Yazar ve Kitap Kokteylleri
7. Yazı ve İktidar

Kitapname : 9

1. Eleştiri Yazmak
2. Engizisyonlar ve Rönesanslar
3. Yazar ve Dil
4. Marjinallik ve Yazarlık
5. Yazın ve Diğer Sanatlar
6. Takma Ad ve Yazar
7. Putları Yıkmak
8. Burjuvaziyi Yazmak
9. Kitapnamenin Geometrisi
10. Post-Modernizmi Yazmak
11. Matematiğin Dili
12. Bilinmeyene Doğru
13. Kafka’yı Yazmak
14. Kitapname’nin İlk 1 yılı
15. Bülten’in İlk 1 Yılı

Kitapname : 10

1. Nurullah Ataç İçin
2. Belgesel Yazmak
3. Sinağrit Baba Avlanmayacak
4. Çevrilmek
5. Bir Kitap Reklamı
6. Tümce Nedir?
7. Dilmece
8. Hangi Kitaptan ve Yazardan Ne Öğrendim?
9. Defolu Kitap
10. Ocak-Nisan 1997: Kitapname İçin Başlıklar
11. Sansür ve Yazar
12. Porno Yazmak
13. Kitapçılık Anekdotları
14. Edebiyatın Kaç Dalı Var?

Kitapname : 11

1. Kitapname Yola Devam
2. Türkiye’de Yayıncılık Pazarı
3. Ders Kitapları ve Eğitim
4. Dini Kitaplar
5. Dilmece
6. Türkçe ve Alfabeleri
7. İmlaya Dair ve/ya Yazıma İlişkin
8. Bahra Lambaya
9. Nakil, Tefsir ve Telif
10. Namename
11. Sözcük Türleri
12. Siberuzay ve Kitapuzay
13. Polisiye Romanlar
14. Kütüphane-ler
15. Küfür ve Argo
16. Ne Yapmalı?

Kitapname : 12

1. Kitapname Son Virajda sprintte
2. Türkçe’deki En Uzun Sözcük
3. Türkiye’de Kitapta En’ler
4. Türkçe’de En’ler
5. TÜYAP
6. Editör Ne İş Yapar?

Kitapname : 13


7. Dağıtımcılar
8. Başkalarının Mektupları
9. Mantık Dili
10. Körleşme ve Sağırlaşma
11. Türkiye’de ve Dünya’da Kitap
12. On Üç Uğurlu Sayımdır
13. Devamı Bir Yıl Sonra

Dipnotlar


KİTAPNAME : 1


1-      Neden Kitapname?

Yaşamının ilk yarıyolu boyunca okuma, yazma, alma ve satma yoluyla en önemli varlık nedeni kitap olmuş birinin kitap hakkında bir kitap yazmak istemesi olağan: Kitap üzerine bir tefrika-name.
Böylesi bir metinler dizisi, episodik parçalardan oluşsa gerektir. Çünkü kitap okumak; insanın yaşam evreleri, çocukluk, gençlik, yetişkinlik boyunca bambaşka içerikler - anlamlar taşıyacaktır. Okumak, hem duygusal, hem de düşüncesel bir süreçtir. İki akışın ayrışması ve/ya içiçe geçmesi, tek başına bile üzerine yazılası bir konudur.
Kitap yazmak ve kitaplar hakkında yazmak da, bambaşka süreçler. Kitap yazmak, kendine seçtiğin ustaların kitapları hakkında düşünmekle başlar ve başkalaşır; bütününde ise, ölümle bile bitmeyen sonsuz bir süreçtir. Örnekse: Aristo ve Lao-Tzu, 2.500 yıldır hala yazıyorlar.
Kitap almak ve satmak ise, üzerinde yazılması en zor konu; çünkü idealist yaklaşımda kitabın alınıp satılması ve/ya yazarın yazarak para kazanması ayıp. Kitap karşılıksız verilir, hediye edilir. Dolayısıyla, bu konuda eylemek ve yazmak bile bile suç işlemektir. Yine de, bu alanda yazmak en gerçekçi olanıdır. Sanıldığının tersine, ticaret yalan yutmaz. Yaşanırken bile inanılmayan olaylar tuhaf tasvirlere dönüşür. Bu daha çok TC’nin 1960-1995 yılları arasındaki kültürel dönüşümlerine karşılık geldiği için böyledir.

·          

2-      Kitapçılık Anektodları:

2.1. Yıl 1989. Mevsim yaz. Yer Bayazıt Meydanı. Bir pazar günü her zamanki gibi seyyar tezgah açmıştım. Tezgahımda bir de İngilizce öğrenme kitabı vardı. Sonradan İngiliz olduğunu öğrendiğim bir yabancı, kitabı aldı ve karıştırdı. Ardından bana İngilizce bilip bilmediğimi sordu. Konuşmaya başladık. Bana bir cümle gösterdi ve yanlış olduğunu söyledi. ‘He read’ yerine, ‘he reads’ olması gerektiğini belirtti. Ben de ona ‘he reads’ (hi riids) değil, ‘he read’ (hi red, yani geçmiş zaman kipi) olduğunu gösterdim. Çok şaşırdı. Bir yabancı sokak satıcısının anadilini ondan daha iyi bilebilmesine afalladı. Hiç bir şey demeden uzaklaştı.

2.2. Yıl 1990. Bir kitapçı arkadaş, ‘Friendly Fascism’ (: Dostça Faşizm) adlı, İngilizce bir kitap buldu; 1986 ABD basımıydı. ABD’nin yumuşak faşist olduğunu anlatıyordu ve yazarı bir Amerikalı’ydı. ABD’nin SSCB’yi yutacağını öne sürüyordu. (Tam karşılığı: ‘contain or absorb’ : içermek veya soğurmak). Param olmadığı için satın alamadım. O arkadaşla zamanla diyaloğumuz koptu. 5 yıl sonra 1995’te kitabın bir vakfa satıldığını öğrendim. Kitap, hala İstanbul sınırları içinde ve çevrilmeyi bekliyor. İzini yitirdiğim için bu satırları yazarken hala hüzün doyuyorum. İnsanları yitirmeye bu denli üzülmüyorum.

2.3.  Bugüne dek 50.000’in üzerinde nüsha satmış olmama karşın, şimdiye dek bir müşteriden teşekkür almadım ve buna çok şaşarım. Çünkü en az birkaç yüz kişi, yalnızca ben yolunu gösterdiğim için, çok aradıklarını söyledikleri kaynaklara ulaştılar. Bunlar içinde özellikle kolleksiyonculara ve akademisyenlere antipati duydum. Son bir iki yıldır üzerime bir hainlik geldi. Nerede olduğunu bildiğim bir kitabı, ne denli yana yakıla aransa da, talibine ulaştırmıyorum. Nasihat yerine musibet ve dinsizin hakkından imansız gelir.

·          

3.      Kitaplar Hakkında Yazıktırmalar:

Solaris, Stanislav Lem, Kavram Yayınları, 1995, 250 sayfa.

‘Solaris’ kitabını ilk okuma hangi yıldaydı? Kitapçılığa başladıktan sonra (1987) olmalı. ‘Solaris’ filmini ilk seyir hangi yıldaydı? 1978 civarında olmalı (makaralarının sırasını karıştırmışlardı). Solaris’i şimdi kaçıncı kez okuyorum? Üçüncü veya daha çokuncu kez olmalı. Solaris’i kaçıncı kez (Haziran 1996) seyrettim? Üç veya daha çok kez olmalı.
Solaris’i okuyan, tanıdığım iki genç kadın, çok keskin duygusal tepkiler verdiler. Kavram Yayınları’nın nüshası, Maya Yayınları’nınkinden farklı. Sanırım daha uzun ve grift. İkisi de İngilizce’den çeviri. Oysa özgün metin Lehçe (: Polca / Pulakça). İki kadının da tepkisini özgün metnin (t)özü tetiklemiş olabilir: Karanlık, agnostik, mistik bir metin atmosferi. Bunlar kadınları hezeyana sevkediyor. (Kadın bir yazar olan İris Murdoch, ‘Çan’ adlı romanında bunu vurgular.)
Filmin yönetmeni Tarkovski, Lehçe’den Rusça’ya yapılan çeviriyi okumuş olmalı. Ruslar, Dostoyevski’den beri karanlık, agnostik, mistik olanı heyecanlandırıcı buluyor. Rusça’dan Türkçe’ye doğrudan ve nitelikli çevirilerde de bu öz korunuyor. Ruslar Avrupa’dan daha geç uygarlaştılar ve emperyalistleştiler. (Bakınız: Sergey Eisenstein: Korkunç İvan.) O nedenle hala arkaik kültüre bağlılar.
O halde ne?
Bir kez Lem ayıp ediyor. (Veriler: Jerzy Kosinski: Boyalı Kuş (E Yayınları) + Romain Gary: Polonya’da Bir Kuş Vardı (Can Yayınları). Polonya ve 2. Dünya Savaşı katastrofu söylem düzlemi çatışmasında zayıf-hissi olanın yanına düşüyor. Gerçi Kosinski de erken bitti (1994’te 58 yaşında intihar etti) ama hiç olmazsa beyinsel başkaldırıyı ve dövüşmeyi denedi. Gary hep mızıldandı. Lem ise, antropomorfik faşizm ve ev-gezegen içkinliğine gönüllü hapsoluyor. Tarkovski, romanın bu yönünü iyice abarttı: O nedenle Solaris, en kötü filmidir.
Sonuç: Kitaplar; hala insanların içini ve dışını, düşüncelerini ve duygularını, yaşamlarını ve edimlerini etkiliyor.

·          

4.      Kitap Biyografimden Öykücükler:

4.1.

Yaşamım boyunca kütüphaneler açısından talihliydim. 1971-73 arasında İzmir Balçova Çocuk Kütüphanesi, 1974-77 arasında Ankara Fen Lisesi Kütüphanesi, 1977-1987 arasında Boğaziçi Üniversitesi, 1987-1995 arasında İstanbul Amerikan Kütüphanesi, hiçbir bedel ödemeksizin binlerce nüsha kitapla muhatap olmamı ve okuma yolumun açıklığını sağladı. Yine de 1987-1996 arasında kitapçılık, tüm yaşamım boyunca kütüphanelerde karşılaştığımın 5-10 katı sayıda, bir milyon çeşidin üzerinde basılı ürünle karşılaşmamı sağladı. Kitap konusunda serbest girişime karşı olduğum halde, bu çelişki beni düşündürüyor.

4.2.

Kişisel kitaplığımı kurmak, ancak 1978’de başlayabildi. Sonraki 15 yıl boyunca, üç kez yaklaşık biner kitaplık hacmi tasfiye ettim. Bunun 1.000-2.000 arasındaki miktarı İstanbul’daki kütüphanelere bağış olarak gitti. Şu an, 10-20 arası başvuru kitabını saklıyorum. Kolleksiyonculuğu ve mülkiyetçiliği oldum olası sevmedim. Kitaplar okunmak içindir. Tok açın halinden anlamaz. Okuyamayanın halinden güzel mobilyalı kütüphaneciler anlamaz. Bağışladığım bir kitabın, bir yıl içinde 50 kişi tarafından okunduğunu görünce, yoğun bir haz duymuştum.

4.3.

Bazı kitapların peşinden yıllarca koştum. En çarpıcı örnek: Bir Yabancı Gibi (Değil). Yazarı: Morton Thompson (Yıldız Romanlar). 1956’da İngilizce yayınlanmış, filmi yapılmış ve Türkçe’ye çevrilmiş. Romanla ilk kez 1969’da bir misafirlikte karşılaştım. Gide gele ancak üç yılda bitirdim (küçük puntolu yaklaşık 900 sayfa). Bir doktor olmamamı o kitap sağladı. Sonra kitabın izini yitirdim. İkinci nüshayı 1979’da İzmir’de seyyar bir kitapçıda buldum. Son paramı verip satın aldım. 1988’de o nüshayı bir kütüphaneye bağışladım. 1994’te üçüncü nüshayı buldum. Hala saklıyorum.


KİTAPNAME : 2

1.      Hangi Kitapname?

Önümüzdeki iki yüz elli yıl boyunca İkinci Sanayileşme gerçekleşirken, kitaplar aracılığıyla kültürel koruyucu hekimliğin gerçekleştirildiği hümanist bir kitapname. Evren’e giden yolun ilk adımı olan uzaycılaşmayı ve insan-ötenin (homo sapiens(n)) evrimini tetikleyen anti-hümanist bir kitapname. Standart biyografilerin tamamının faşist olduğunu gösteren ve yaşamı olduğu gibi kalmaktan kurtarıp başkalaştıran aşkın bir kitapname.
Birinci Sanayileşme, 1750’lerde İngiltere’de başladı. 2000’lerde Dünya’nın üçte ikisini dönüştürmüş olacak. İkinci Sanayileşme 1950’lerde ABD’de başladı. 2200’lerde Dünya’nın üçte ikisini dönüştürmüş olacak. Emek-kapitalin yerini bilgi, ekonominin yerini ekoloji, çalışmamın yerini boş zaman, Üç Dünya’nın yerini ‘N’ küsürat kültür almış olacak. 1990’larda konuya ilişkin ilk kitaplar yazılmaya başlanmıştı. Söylemi gerçekleştirecek ve ardılına açık kapı bırakacak (2500'lere) kitaplar gerek. Bir tür 10.000 yıllık kültüroloji atlası kavramsal çerçevesi olarak kitapname.
1945’te iki atom bombası patlatıldı ve insan türü kuramsal olarak bitti. 1957’de uzaya ilk yapay uydu yerleştirildi ve insan türü kuramsal olarak başkalaştı. 1969’da Ay’a ayak basıldı. 2025’te Mars’a ayak basılacak. 1995’te insan yapımı bir araç Güneş Sistemi’nin sınırlarını terketti. 1996’da gezegenli olduğu kesin olan yıldızlar saptandı. 2250’de yüz bin insan uzayda doğmuş-yaşıyor ve en yakın yıldızlara insanlı araçlar varmış olacak. Bir tür uzaycılık manifestosu olarak kitapname.
Hiç bir insan içine doğurulduğu ulusa, dine, aileye ait değildir, çünkü insan bir mal değildir. Bunun karşıtında, “bireysel ve inisiyatif herşeydir”, denmiyor. Varolan tüm kültürler ve altkültürler köleleştirme aracı olarak işlemektedir ve insanlar bunlara gönüllü boyun eğmektedir. Oysa, düşünen beyin-zihin özgürdür, gidebilir veya kalabilir. Verili olan tüm “roller + statüler = kimlikler” öldürücüdür / faşisttir. Üzerine basıldığı gibi biçim alan edilgin itirazlar dikkate alınmıyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayıp hiç yaşamamış gibi ölmek değilleniyor. Bir tür an-anarşist başkaldırı olarak kitapname.

·          

2.      Kitaplar Ne İşe Yarar?

Öldürür: 1985 yılında bir öykü dinlemiştim. 20 yaşlarında biri, Oğuz Atay’ın kitaplarını okuduktan sonra, tam da bir romanda anlatıldığı gibi intihar etmiş ve ölmüş. Goethe’nin ‘Genç Werther’in Acıları’nı okuduktan sonra, onlarca kişinin kitabın kahramanı gibi intihar ettikleri anlatılır. Salman Rüşdi, ‘Şeytan Ayetleri’ni yayınlattıktan sonra İran mollaları tarafından ölüme mahkum edildi. Kendisi hala sağ ama yayıncılarından biri bıçaklandı. Türkiye’de Sabahattin Ali, Uğur Mumcu, Asım bezirci ve daha niceleri yazdıkları için öldürüldüler.

Yaşatır: F. Kafka, ‘ölümle yaşam arasında seçim yoktur’, demiş. C. Bukowski, “savaşla barış arasında bazıları için fiilen fazla bir şey farketmez”, demiş. S. Hassel, 2. Dünya Savaşı boyunca çevresinden iki milyon kişi ölürken nasıl sağ kaldığını anlatmış. Bu ölüm öyküleri beni yaşattı. Birkaç kez intihardan ve epeyi kez de katlden korudu. Kıssadan hisse: Siperden asla kafanı çıkarma ve düşmanını sakın hafife alma.

Delirtir: S.S. adlı arkadaşım, Marx’ın eserlerini 20’sinden önce okuduğu için delirdi diyebilirim; hoş, er geç delirecekti. Sanatçı eğilimliydi, psikotikti ve aile içi sorunları büyüktü. Ancak zihinsel çöküşünü bu kitaplar tetikledi. Nasıl emin olunabilir? Bu insanı 22 yıldır tanıyorum ve yaşam seyri hakkında kimi kendisinin bile ayırsamadığı ayrıntıları biliyorum. Kendisi hala sağ ve deli. Deliliğinin kalıcılığını, gördüğü kemoterapi kesinleştirdi. Öyküsü, kitapların dışına çıktı. Asıl soru şudur: Hangi kitaplar ve ne zaman okunmalıdır ve/ya delirtir? Kısmi yanıt: Marx’ın eserleri, 30 yaşından önce ve 200 kitaplık bir ön dağarcık-altyapı tamamlanmadan okunmazsa, zihin sağlığı açısından iyi olur. Tabii buradan, delirmek isteyenlerin Marx okuması gerektiği sonucu çıkarılamaz.

·          

3.      Okuma Anekdotları:

3.1.     Üç yıl önce modern dansçı bir arkadaşım Danimarka’ya gitti. Orada kentin genelev muhitini ziyaret etmiş. Orada; yaşam kadınları, ön yüzü tümüyle cam olan odalarda, ellerinde kitap müşteri bekliyorlarmış. ‘Orada orospular bile okuyor’, dedi. ‘Ama sen okumuyorsun’, dedim. Hiç de üzerine alınmadı.

3.2.     On-on beş yıl önce hemen herkesin gençliğinde olduğu gibi, yazar olmak hevesinde 4-5 kişiydik. Adet olduğu üzere yazmaktan çok konuşur ve içerdik. Zamanlar geçti. Doğal olarak kişiler yaşama uyum sağladılar. Hepsi iş sahibi oldu ve evlendi. Geçenlerde yine nostalji babında bir masada toplanmış içiyorduk. İlerleyen kadehlerde kafalar dumanlandı. Aynı minval: Hoşnutsuzluklar su yüzüne çıktı. Biri bana, ‘senin kadar okusaydım, ben de entellektüel olurdum’, dedi. Güldüm ve bir şey demedim.
TC’de insanlar okuyarak öğrenmektense, birilerinin ağzından bilgi kapmaya bakarlar. Çinliler, ‘aç adama balık verme, balık tutmayı öğret’, demişler. Türkiyeliler, ‘açsan, balık tutmayı bilen birinin balığını kap’, diyorlar.

3.3.     1984’te ‘Yeni Olgu’ adlı, amatör okuryazarların çıkardığı bir dergi vardı. Herşeye karşın 1 yıl dayanabilmiş ve bir ara 5.000 tirajı yakalayabilmişti. İlgili ilgisiz herkes dergiye doluşmuştu. Herkes her işi yapıyordu. Bir yandan yazı verirken, bir yandan da abone işlerine yardım ediyordum. Bir gün, üniversite öğrencisi birinin, alfabedeki harflerin sırasını bilmediği ortaya çıktı. Bunu olağan buluyordu ve ‘bildiğin herşeyi bana öğretmek zorundasın’, demişti. Alfabeyi kendi okuma gereği duymuyordu. Küfrettim ve yardım etmedim.

·          

4.      Okur Manifestosu

Okumayı ilkokula başlamadan önce kendi kendine sök.
Derslerine asla çalışma. Başarılı bir öğrenci olmasan da olur.
Derslerde hep kitap arası kitap oku.
Çizgi romanları sev. Seni küçümseyenlere aldırma.
Beğenmiyorsan günlük gazete okuma; zorunluluk değildir.
İyi bir kütüphane yakınındaysan 6-13 yaş arası yılda 500 kitap okumayı hedefle. Hangi yazarı ve kitabı okuduğuna aldırma. Okunan herşey er geç işlev kazanır.
Hep hızlı (saatte minimum 60 normal boy kitap sayfası) oku. Gerekirse ikinci ve n’inci kez okursun.
Başkalarının sana ne okuyacağını dayatmasına izin verme. Kütüphanelerde rafları tek başına dolaş. Bu da bir serüvendir. Sürprizlerle karşılaşırsın.
İyi olsalar bile öğretmenlerini sevmen gerekmez. Aslına bakılırsa bir kitapkolik-okur olarak herhangi bir insanı da sevmen gerekmez.
Kitapları sev. Hatta onlara tap.
Kitapların olağan yaşamlarının uzamasına yardımcı ol. Onları tamir et. Karton kapakla ciltlemek gerekmez. Her tür tutkal yeterlidir. Sakın selobant kullanma.
Kitapları işaretlemenin ayıp olduğunu söyleyenlere aldırma. Hele kitap seninse çizmek, karalamak, sayfaları katlamak serbesttir. İyiniyetli olacaksan karakalem kullan ve işin bittikten sonra kitabı mümkün olduğunca eski durumuna geri döndür.
Kitapların üstüne adını yazma. Kitap mal-mülkiyet değildir.
Kitapları(nı) başkalarının da okumasını sağla. Kütüphanelere kitap bağışla.

·          

5.      Kitap Aforizmaları:

Kitapları neden bu denli seviyorum? Bu biraz da hayvan sevgisine yönelik soruya benzer: İnsanlar, insanları sevdiği, yoksa sev(e)mediği için mi hayvanları sever? Her ikisi de olabilir. Doğuştan gelme bir insanları sevme özrüm olduğunu sanıyorum.
Ailem dahil, bundan yakınan kişi çok olmuştur. Kendi hesabıma, gerçek sevgiyi yaratma çabasının, insanların dünyasında değmeyecek bir savaşım olduğu kanısındayım. İnsanlara iyi davranabiliyorum ve bana yetiyor. Kitaplara karşı sevgim ise, mağara resmine karşıki sevgi ve benzeri: Oradadır, görürsün, arkaiktir, ilkeldir, çarpıktır ama düşüncedir. Bugüne dek karşılaştığım tüm kitaplar, deha sayılanların başyapıtları bile, bana eksik ve yetersiz gelmiştir. Evrimde yol alınacak binlerce yıl daha var. Kitaplar varolan yolları yarattı ve var olacaklara da zemin hazırlıyor. Herhalde çelişkim burada: Düşünce sevilir mi?
Okumak bana hep düşman kazandırdı. Kardeşlerim, arkadaşlarım, sevgililerim; çeşitli nedenlerle, onlardan daha bilgili olduğum ve onlara ilgisiz olduğum için okumamdan hoşlanmadılar. Oysa eğitimli bir kesimde yer aldığım için okumak sözde hep övülegelmiştir. İnsanların okumayı yaşamlarına yerleştirebildiğine hiç tanık olmadım. Okumaktan hep söz edilir ama hiç eylenmez. Eyleyen biri ise, eylemediklerini onlara kanıtladığı için, hoşnutsuzluk tepkisi yaratır.
Okumak, 35 yıllık birinci yarıyolum boyunca yaşayamıyorluğuma panzehir olarak bana hep umut verdi. Şimdi ise ikinci yarıyolumda, yaşayabiliyorluğuma karşın, artık kalıcı umutsuzluk veriyor.

·          

6. 10. 000 Kitap nasıl Okunur?

Dünyanın en çok kitap okumuş insanı olarak Jorge Louis Borges gösterilir ve 10.000 nüshayı geçtiği öne sürülür. J.L.B. 75 yıl yaşamıştır ama 50’sinden sonra kör olmuştur.
İnsanlar 20. Yüzyıl’da 6 yaşında okumayı öğreniyorlar ve ortalama 76 yıl yaşayabiliyorlar. 70 yıl, 25.000 günün üzerinde bir süre demek. Bu süre içinde, okul ve mesai sırasında (45 yıl diyelim) insanların, haftada 2 gün tümüyle, haftada 5 gün akşamları ortalama 5 saat boş zamanları vardır; 25 yıllık emeklilikte de, zamanları tümüyle boştur.
Türkiye’de insanlar günde ortalama 4 saatin biraz üzerinde televizyon seyrediyorlarmış. Aslında bu ciddi bir zihinsel etkinlik demek. Oysa; Kemal Sunal filmleri gibi, sonsuz ve boş tekrarlarla etkinlik sıfıra limitleniyor.
Bir kişi belli bir eğitimle saatte 60 normal boy sayfa okuyabilir. ‘Roman’ türünde bu daha yukarıya, ‘felsefe’ türünde ise aşağıya gider ama ortalama aynı kalabilir. Ortalama bir kitap 200-250 sayfadır. Demek ki bir kişi, televizyon seyretmek yerine kitap okursa, her gün bir kitap bitirebilir. Haftada 5 gün ve 5 kitap, yılda 250 kitap diyelim. Demek ki 40 yılda, yani 50’sini geçmeden Borges’in rekoru egale edilebilir. Eğer şanslıysanız, yani yeterince uzun yaşarsanız 20.000 kitap okumuş olarak ölebilirsiniz.
Türkiye’de insanlar en çok 18-25 yaş arası kitap okurlar. Bu süre 8 yıl (400 hafta veya 100 ay) eder. Ancak öğrencilik dönemine denk geldiği için insanlar ayda birden çok kitap okuyamaz. Bu da 100 adet eder. Mezuniyetten sonra insanlar hemen hiç okumazlar. Kişisel gözlemim, ‘çok okudum’ diyenlerin yalnızca 500’ü geçebildiğidir. 1993’te Bursa’da bir ilkokul öğrencisi bir yılda okul kütüphanesinden yararlanıp 500 kitap okuyarak ödül kazanmıştı. Bir çocuğun bir yılı ve bir entellektüelin tüm yaşamı...
10.000 kitap okumak ne işe yarar? Polisiye, aşk veya çizgi roman okursanız, türkolik olursunuz ama bilgi dağarcığınız pek genişlemez. Eğer tüm konulara yayılan bir okuma izlerseniz, 20. Yüzyıl’da yapılamayacağı öne sürüleni becerir, herşey hakkında herşeyi bilen bir disiplinlerarası uzman olursunuz.
Hangi 10.000 kitap? 15-20 kitap hacminde temel bir ansiklopedi (Tema Larousse gibi), 1.000-1.500 çocuk kitabı. 2.000-2.500 roman/öykü, 250-500 insanbilimleri (psikoloji, sosyoloji, tarih vd.), Dewey koduna göre 100 altbaşlıkta 50’şer - 100’er adet. Tabii; bunun için ya zengin olmanız, ya da iyi kütüphanelere başvurmanız gerekir.
Neden 10.000 kitap? 10.000 kitap okumuş olmakla övünmek için değil. Aç kalınca yer gibi okuyorsanız, zaten 1.000’i geçersiniz. Ötesi çabanıza kalmış.
Çocukluk, ergenlik, yetişkinlik ve yaşlılıkta bazı kitaplar, Türk klasikleri gibi birkaç kez yeniden okunur. Bu sayıyı şişirir gibi görünse de, bir Sait Faik okumak, her 5 yılda bir yeni kitap okumak anlamına gelir. Bir de okuyacak yeni bir kitap bulamadığınızda, okunmuş bir yazarı yeniden okumak her zaman güvencelidir.

·          

7.      Neden / Hangi Yazın / Kitap?

İnsanlar, çocukluklarında ve gençliklerinde spor yapmayı severler. Kimilerinin parası vardır, tenis oynar. Kimilerinin parası yoktur, boş bir alanda top tepikler. İnsanlar, gençliklerinde sanatçı olmaya heveslenirler. Kimilerinin parası vardır, kamera alıp film çekerler. Kimilerinin parası yoktur, kağıt kalemle edebiyat peşine düşerler. Yazın dışında, bir tek modern dans yapamadığıma üzüldüm. Paraya dayalı beden eğitimi gerekiyordu. Yoktu. Denedim ve yanıldım. Dansın da, yazı alanına (libretto) kaydım.
Edebiyat karşılığı olarak “güzelyazın” kullananlar var. Estetik / güzelyazın alanları, şiir ve/ya roman, ilgi ve eylem alanımın dışında kalıyor. (Hiç şiir veya öykü yazmadım değil ama geçici uğraklar oldu.) Belki beceriksizlik ama daha çok izlek sorunu. Sürekli ötedil ve ötedüşün (meta-felsefe) peşinde olduğum için Türkçe’ye epey eziyet ettiğim söylenir. Tam açıklanırsa; ona çok acı veren yanından geleceğe kaçan bir melankolik şizofrenin aşkınlık düşleri. Yani, yalnızca ‘yazın’ ve öteyazın.
Koşutunda yazın-altı denilen aşk romanı, polisiye roman, yazılı porno ve çizgiromana hep ilgi duydum. Bir: Serserinin benzerlerine ilgisi olarak. İki: Gayrıresmi tarih-kültür açılımı olarak. Üç: Herşeyi okuyan bir obur olarak. Çıkarsama: Bataklık da olsa, altyazın yazının temelidir. Okurum da, yazarım da...
Tabii zorunlu çıkarsama: Dorukta öteleme, dipte bayağılığa panzehir. Ama asla orta-lama (sınıf) değil; yani “terbiyeli burjuva yazını /  sanatı” asla.
Önce satırla başladım. Sırasıyla paragraf, sayfa, metin oldu. İlk kitabımı tam anlamıyla “bitirdim” diyebilmem 35 yaşımda, on iki yılda mümkün oldu. Orada durmadı ve durmuyor. 50-100 arası kitapla ‘250-2.500 yıl dayanabilecek bir kavramsal çerçeve oluşturmuş olarak ölmek’ düşünün ardındayım.


KİTAPNAME : 3

1.      Hangi Kitapname?

‘Kitapname’, beş yıla yakın süredir üzerinde uğraşılan bir proje başlığı. Onun gibi otuza yakın başlık olduğundan dolayı, tamamlanması uzun vadeye bırakılmıştı. İskenderiye Kütüphanesi için yeniden ele alındı. Tefrika olacağından dolayı, konu başlıkları yinelenmek durumundaydı, yani matriste satırlarla sütunların yeri değişti. Uzun süredir eksik kalan ‘yazdıklarını yayınlatma motivasyonu’, hem niceliği, hem de niteliği arttırdı. Sanırım, bir yılda bir kitap hacmine erişilecek.
15. Yüzyıl’da japon bir yazar, ‘yaşamın boş ve anlamsız olduğunu düşününce, eline bir kalem alıp birkaç satır karalamış, bir an öfken başına vurur’, demiş. Kitapname’yi yeniden yazıktırmaya başlayalı üç ay oldu. Etki-tepki ile ve rastlantıyla gelişen olaylar, adrenalimi epey oynattı. Yazdıklarım ve yaz(a)madıklarım, beni dellendirdi.
Bugüne dek yazarken hiç oto-sansür uygulamadım. Yazdığım herşeyi oldukları gibi konuşabilir / yayınlanabilir saydım. Kişilik hakları sınırları konusunda hukukçulara danıştım. Kendime zarar verebilecek şeylere dokunmadım. Başkaları hakkındakileri yayınlamayı erteledim. Bugüne dek yazdıklarımı yok edenler oldu. Bazıları sevdiklerimdi, bazıları sevmediklerimdi. Bazıları onlara yazdıklarımı ve bana yazdıklarını (ç)alıp gittiler.
Türkiye’de hoş olmayan bir gelenek var: Sözlü sohbetlerde kişiler, kendilerinin ve başkalarının en zarar verici sırlarını dile getirirler. Konu yazılınca, bir anda herkes karşı çıkar ve yayınını yasaklar. Bu marksisti için de böyledir, şeriatçısı için de...
Kitap konusunda da yayınlanması riskli yazılar(ım) var. Onları bildiğim gibi yazıyorum ama dergiye hepsi verilmeyecek. Sonuçta ‘Kitapname’, ergeç tamamlanacak ve yayınlanacak: Sansürsüz ve eksiksiz. 

·          

2.      Eski Kitap Nedir?

Yeni (sıfır, birinci el) kitap şu anda satış yerlerinde ve/ya yayıncı depolarında basımı bulunan kitaptır. ‘TÜRDAV Temmuz 1996’ kataloğu, 50.000 çeşit kitap içeriyor. Bu hesapta, ‘ders kitabı’ tanımı belirsiz kalır ve daha çok ilkokul, ortaokul, lise ders kitaplarını içerir. Üniversite ders kitapları, başvuru kitabı tanımına da girebileceği için, belirsiz kalır.
İkinci el kitap, tanım gereği okunmuş / kullanılmış kitaptır. Ancak bazı kişiler, kitaplarını hiç bozmadan okudukları için, onların kütüphanelerinden çıkan kitaplar ikinci el olsalar da birinci el muamelesi görebilir. Yanısıra, depolarda veya raflarda kötü koşullarda kondisyonları bozulan birinci el kitaplar da, ikinci el kitap muamelesi görebilir.
Bir kitap, Türkiye’de ortalama 3.000 adet basılır ve yine ortalama 3 yılda basımı tükenir. Eğer bir daha basılmazsa, ‘basımı tükenmiş kitap’ kategorisine girer. Yayınevi kataloglarında yirmi yıl önce basılmış kitaplar bulunabilir ama bunlar istisnadır. Türkiye’de 1928-1995 yılları arasında resmi kayıtlara göre 350.000 civarında kitap basılmıştır. Bu hesapta, Türkiye Bibliyografyası ve yayınevi katalogları esas alınmıştır. Aynı yazarın aynı eserinin ayrı basımları da bu sayıya dahildir. Bu nedenle Aziz Nesin ve Kemalettin Tuğcu 1.000’er adetten çok sayıldılar. Bu toplamın % 95’i bir daha basılma şansına pek sahip değildir. ‘Basımı tükenmiş kitaplar’, genelde eski kitap muamelesi görür.
Nadir kitap, az sayıda basılması veya toplatılması gibi nedenlerle günümüze çok az sayıda, diyelim 100 civarında nüshası ulaşabilmiş kitaptır. Burada bir arz-talep dengesi de sözkonusudur. 10 adeti elde olan 1 talepli bir kitap, nadir kitap muamelesi görmezken; 10 adeti elde olan 100 talepli bir kitap, nadir kitap muamelesi görür. Türkiye’de bir kitaba talebi, en çok Türk kültürü ve tarihiyle ilgili olması arttırır.
Antika kitap tanımına, diğer ülkelerde 18. Yüzyıl’da veya daha önce basılmış kitaplar girer. Türkiye’de matbu kitap tarihi zaten yalnızca 250 yıllık olduğu için, tam anlamıyla antika sayılabilecek kitaplar, yalnızca İbrahim Müteferrika basımı kitaplardır. 1780-1928 yılları arasında basılmış ve ‘Osmanlıca’ tabir ettiğimiz Arap harfli kitaplar, sayıları giderek sıfıra doğru azalmasına karşın, pek antika muamelesi görmezler. Yine talep sorunu: Eski yazı bilenler giderek azalmaktadır, dolayısıyla okuyucu yoktur.
Toparlarsak ‘eski kitap’ tanımına, az sayıda basımı tükenmiş kitaplar, tüm nadir ve antika kitaplar sokulabilir. Sonsöz: Her eski kitap ‘sahhafiye kitap’ değildir.

·          

3.      Dünya’yı Değiştiren Kitaplar:

Kitaplar, Dünya’yı, tarihi, kültürü, kişileri değiştirir. Hiçbir değişiklik yapmayan kitaplar da vardır ve varolanların tamamına yakın bir oranını kapsarlar. Bazı kitaplarsa, tarihte öyle bir iz bırakır ki belirleyicilikleri yüzlerce yıl sürer. Euclid’in ‘Ögeler’ adlı geometri kitabı bu duruma bir örnektir. 2.100 yıl boyunca, konusunda dogmatik tabu olarak yürürlükte kalmıştır. Öyle ki Gauss gibi bir matematik dehası bile, Euclid-dışı geometrilerle uğraştığını 30 yıl çevresinden saklamıştır.
Etkili kitaplara en basmakalıp örnekler, öyle denilen üç tek tanrılı dinin kutsal kitapları Tevrat, İncil ve Kuran’dır. Tevrat 2.400, İncil(ler) 1.500-1.800, Kuran 1.300 yıldır yürürlükte. Toplamda dünya nüfusunun üçte birini etkiliyorlar.
Pek göze batmaz ama iki kitap birarada, Aristo’nun Metafizik’i ve Lao-Tzu’nun Tao-te-King’i, tarihi (olmayana ergi yoluyla da olsa) oldukça etkilemişlerdir. Avrupa-Hristiyanlık’ın Aristo’yu, Çin’in Taoizm’i izlek edinmesi gözönüne alınırsa, Avrasya’da ilahiyat, ahlak, hukuk bütününü 2.500 yıl boyunca belirleyen bir veri tabanı etkisi anlamına gelirler.
Adam Smith’in ‘Ulusların Zenginliği’ ve Marx’ın ‘Kapital’inden oluşan, son 250 yıllık kapitalizm-komünizm sav-karşısav ikilisini anmamak olmaz. 20. Yüzyıl’daki Rusya ve Çin devrimlerini hesaba katarsak, iki milyar kişinin yaşamını doğrudan etkilediklerini söyleyebiliriz. Bu, aynı zamanda etkileme dolayımı açısından da ilginç bir örnek: A. Smith - K. Marx - V.İ. Lenin - J. Stalin - M.T. Dung: Batı Avrupa’dan Doğu Asya’ya 150 yıllık ve 20.000 kilometrelik bir çığ etkisi.
Kitaplar, geçmişi yeniden yorumlar ve şimdiyi belirler. Ancak; daha da önemlisi, birden çok gelecek tasarlar, tarihi hiç umulmadık anlarda birinden diğerine atlatabilir. Buna bir örnek, bilimkurgu romanlarıdır. 20. Yüzyıl’da bu yazın türü, inanılmaz bir okur potansiyeli buldu. Temelde tüm başyapıtların yazarları, 1945’teki iki atom bombasından önce bile, insanı kendini yok eden bir tür olarak tanımladılar ve 1957’deki Sputnik’ten önce bile, insan türünü uzaya yerleştirdiler. Bir de olumsuz bir robot mitolojisi oluşturdular. Oysa robotlar, İkinci Sanayileşme boyunca / ertesinde insanı üretime kölelikten özgürleştirecek somut araçlardır. Bilimkurgunun robotlaşmayı yavaşlattığı mı, hızlandırdığı mı, önümüzdeki 200 yıl içinde ortaya çıkmış olacak.
Çok az sayıda insanın çok nadir anlarda işine yarayan bazı yazarlar ve kitaplar da vardır: Örnekse; özellikle son yüzyıl için, Kafka ve Dostoyevski. İntihar, cinayet, delilik eşikleri önünde okunduklarında, kaotik istisnasal zihin dönüşümleri yaratıp onların istatistiksel büyük sayılar kuramını aşabilmesine olanak sağladıkları için kestirilemez/öngörülemez etkileri vardır.
Bir kitap olmasa bile, bilinen en eski örnek olarak, taş üzerine yazılı Hammurabi Yasaları 4.000 yıl boyunca tüm dünya hukuk sistemlerini etkilediği için anılmaya değer.
20. Yüzyıl’da temel bilimler alanında devrim yaratan düşünceler, yazarları tarafından pek kitaplaştırılmamışlardır. Einstein’ın Görelilik Kuramı veya Planck’ın Kuantum Mekaniği, daha çok popüler bilim yazarlarınca açımlanmıştır.
Toplam dağarcığa bakılınca, tarihi ve kültürleri etkileyen kitapların daha çok insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen konularda yazıldıkları gözleniyor. Buradan, hem insanların kitapları çoban sayan bir sürü zihniyetinde oldukları, hem de gerçek kitapların henüz yazılmadığı sonucunu çıkarsayabiliriz.

·          

4.      Neyi Nasıl Yazmalı?

D. Arbus Amerikalı kadın bir moda fotoğrafçısıydı. 1990’larda gerçekleşen yumuşak faşizmin yükseleceğinin dalga cephesi belirtisi olan 1960’lı yılların sonunda, bugün hala bir bakışta ayırsadığımız bir tipoloji-mit içeren masum-aptal manken imajlarını çekiyordu. Bu konumdan New York acuzelerinin fotoğraflarını çekmeye kaydı. Bu dönüşüm sürecinin onu çıldırttığı öne sürülüyor. 1970’li yılların sonunda intihar etti. Bu bir cerrahın ameliyat yaparken kendi parmaklarını doğramasına benziyor. Bir konuyu bir biçimde fotoğraflayacaksan ve/ya yazacaksan, eğer doğrudan öyle bir niyetin yoksa, ediminin seni yok etmesini önleyebilmen, yani konunla arana mesafe koyabilmen gerekir. Yoksa kısa ve parlak ışıklar bırakarak yanar ve sönersin. Oysa ‘libris longa vita brevis’.
Doğmamış bir çocuğun ve ölmüş bir ihtiyarın yüz ifadesi, veremli birinin naifliği ve obur bir şişkonun groteskliği, bir delinin izleksiz uçukluğu ve uzak geleceğe ölmeden önce tasarımda varmış ermiş bir düşünürün vecdi, bir sokak serserisinin bayağılığı ve aşkın bir beynin yüceliği, aynı yer anda varlığında üstüste binmişse neyi nasıl yazarsın? ‘Kitapname’ yazılacaklardan biridir.
İstanbul nasıl yazılır? Herhalde ‘nostaljinin eski tadı kalmadı’ basmakalıp biçiminde/biçeminde değil. Eski demir Galata Köprüsü geyikleri hala aklımda. O şimdi Haliç’in dibinde. O geyikleri yazanlardan kim ilgileniyor? A.E.’dan bir anekdot: ‘New York’a benzedik, artık zencilerimiz ve gökdelenlerimiz var’. Bunu yeğlerim. İstanbul cami silueti demek değil, plazalar demek hiç değil. Öyleyse ne? İstanbul’u henüz hiç kimse yaz(a)madı. (Bakınız: Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü. Adı, ‘İstanbul’ sözcüğünü içeren kitapların oranı= Yaklaşık % 0,1.)
Acuzeler nasıl yazılır? ABD’dekiler D. Arbus gibi değil, C. Bukowski gibi. İstanbul’dakiler S. Ay gibi kesinlikle değil (Bakınız: 23.09.96 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesi. Bu arada eroinman çifte şu soru: Altın vuruşu neden kendilerine yapacaklar da, düşmanlarına bir kamikaze dalışıyla yapmıyorlar? Sivil yaşam da bir savaştır ve düşman öldürmeden ölmek, gerizekalıcadır.) Varoşların karpuz satıcısı kadın yazar gibi değil: L. Tekin, aynı süreci 25 yıl önce yaşamıştı; ‘gecekondululuk’, ne yeniden keşfedilecek bir Amerika, ne de kültürel meta kılınacak bir ‘şey’ değildir. ‘Meşhur’ kimlikli olmaya çabalayan, yazar değildir. Yazar, görüngüsüz bir varlıktır. Yazarken sürekli başkalaşır. Öte ise, vara yukarıdan aşağı izdüşmez. Acuzelerse, aşağıdan yukarı izdüşmez. Bu durumda acuzeler, gerçekten yazıl(a)maz mı?

·          

5.      Ötedil Arayışları:

Kitap yazıdır. Yazı sözdilidir ve biricik dil değildir. Müzik (: işitsel) ve dans (: motor) da birer dildir. Sözdili, matematik denklemlerinde ve mantık önermelerinde varlığını aş(tırıl)mıştır. Oysa şiir; bir ötedil olabilecekken ve düzyazıdan önce var edilmişken, altı bin yıllık yazı tarihi ertesinde içkin bir altdil bile değildir.
Sözdili topolojiktir. Aristo Mantığı ve Euclid Geometrisi ile birebir örtüşmez ve ne yazık ki içkindir. Onu aşkınlaştırma ve/ya öteleme çabası onu başkalaştırır. Yazılmamış bir şeyi yazılmamış bir biçimde yazmak ve/ya tasarlanmamış olasız sorulara bin yıl sonra kullanılacak yanıtlar ardındaysanız, ötedil(ler)e acıkırsınız.

Bir örnek:

Descartes ve Sartre ve Möbius:

Düşünüyorum, öyleyse varım.
Varım, öyleyse yaşıyorum.
Yaşıyorum, öyleyse öleceğim.
Öleceğim, öyleyse yokum.
:
Düşünüyorum, öyleyse yokum.

+

Varım, öyleyse düşünüyorum.
Düşünüyorum, öyleyse yaşıyorum.
Yaşıyorum, öyleyse öleceğim.
Öleceğim, öyleyse yokum.
:
Varım, öyleyse yokum.

Demek ki sözdili, düz-denk önerme-cümleden Möbius Şeridi’ne çevrilebilir. Ne için? Herhalde demagoji veya boş zaman oyalanması için değil. 20. Yüzyıl’da bilimde tasarlanan evrenlere sözdilinde ifadeleştirmeler yaratabilmek, ölümü bir yoldan aşabilmek, çok istisnasal birilerini yolculuğa davet etmek için...

·          

6.      Bir Kitap ve Bir Yazar:

Ursula K. Le Guin, Mülksüzler, Çeviren: Levent Mollamustafaoğulları, Metis Yayınları, İstanbul, Mart 1990, 1. Basım, 313 sayfa.

İlkin kitabın adı: Neden Mülksüzler? Önsözde açıklanıyor. Eğer ‘Ecinniler’ ve ‘Possessed’, aynı Dosdoyevski metninin Türkçe ve İngilizce karşılıkları olursa, Mülksüzler rahatlıkla ‘Dispossed’in karşılığı olabilir. Çeviri sorunu yerine, adın kapsamı üzerine gidilecek. Mülk, Birinci Sanayileşme’nin meta ekonomisi determinist sistemleri olan Kapitalizm-Komünizm karşıt ikili düşüngülerinin temel karşıtlık parametrelerinden biridir. Olgunun tarihsel perspektifi yerine, mülkün dayandığı varsayımlara yönelelim: Üretim tüketimden azdır ve herşey para ile satın alınarak sahiplenilir ve mülk edinilir, der Kapitalizm. Üretim tüketimden azdır ama herkes çalıştığı (ürettiği kadar değil) kadar alır (kullanır, tüketir, sahip olur?) ve kimsenin özel mülkü olamaz, der komünizm. Mülksüzlük için komünist veya anarşist (veya her ikisi birden) olmak gerekmez; din veya başka nedenlerle bunun uygulamaya konduğu toplum örneklerine tarihte rastlıyoruz. Oysa biz, buradan ve şimdiden söz ediyoruz. Komünizm mülksüzlüğü toplumsal bir sorun sayar ve ütopik uzak bir geleceğe erteler. Oysa mülkiyet, bireyle ilgili bir sorundur da. Bugünün Dünya’sında, Birinci Sanayileşme’nin (1750-2000) sonunda şunu sormalı: Kim mülksüzlüğü tam da kendi yaşantısında gerçeksemeyi dener? Nerede gerçek bir an-anarşist?
Kitabın türüne geçelim: İkircikli bir bilimkurgu. Neden ikircikli? Öyle metinler vardır ki yazanını yazdıktan sonra çıkış veri tabanının tersine ulaştırır: Örneğin, sevgiye inanarak bir aşk öyküsü yazarsınız, bir de bakarsınız ki öykü bittiğinde aşkı değillemişsiniz; o zaman başına ‘ikircikli bir aşk öyküsü’ demek uygundur. Roman sonuna varıldığında başlangıç önermelerinin bir bölümünü fesh ediyor ama oldukça üstü örtülü bir biçimde (örneğin ütopyaların vadelerinin dolacağı). Neden ütopik? Herşeyden önce çifte ütopik: Biri, başka bilimkurgu romanlarında, örneğin G. Orwell’in ‘1984’ünde ve İ. Asimov’un ‘Triloji’sinde olduğunca karşı ütopya kılınmış Urras (ABD-SSCB); diğeri, kuşku duyularak ütopik olduğu belirtilen Anarres (ilkel komünal toplum).
Urras için: Ne zaman iki karşıt sistem çatışsa, ikisi de ortadan kalkar, der ‘Ben, Robot’ta İ. Asimov. İki karşısav karşılaşınca sentez veya dekadans oluşur ya da karşıtlıklarıyla özdeşlikleri ayırtsızlaştırılarak çelişki tasfiye edilir, der (veya kasteder) Hegel. Anarres için: Yoksul güzeldir, acı çeken doğru kalır, der tüm çileci metafizik öğretiler. Bu, Asya İç / Zihin Metafiziği’nden farklıdır. Avrupalılar, Lao-Tzu’dan bu yana, Antik Yunan Diyalektiği ve 1968’deki Zen kaçıklığı dahil, bu felsefi sistematiği ancak parçalarında teğet geçerler; çünkü sentetik değil, analitiktirler. Oysa bütün, sentetik-entegre bir düşünce biçimi gerektirir. Örneğin, diyalektiğe böyle bir yaklaşım deneyelim:
Diyalektik ikili karşıtlıkların etkileşimini inceler. Aynı yeranda yalnızca iki karşıt sav ve tek bir süreç olabileceğini örtük olarak varsayar. Oysa, çoğul-değişik süreçler de oluşabilir:
1.       Sav ve karşısav bireşir. Burada, bireşim hem sav, hem karşısav ve ne sav, ne de karşısavdır.
2.       Sav ve karşısav birbirini bozundurur, dekadans oluşur. Bozunum limitte tümel faşizme/engizisyona yolalabilir.
3.       Savın ve karşısavın karşıtlığı ortadan kalkar. Ya gözardı edilen veya ‘ceteris paribus’ tutulan etkenler, değişmeye başlar; ya da yeni parametreler/boyutlar sisteme girer. Bu durumda karşıtlık, çelişki ve/ya çatışma, fesh/tasfiye edilir. Karşıtlıklar özdeşlenir, bir ileri adımda özdeşlikleriyle karşıtlıkları da özdeşlenir. Bunu limit sonsuza götürürsek, henüz adı konmamış, nitelikçe farklı bir kavrama ulaşırız.
Devam edelim: Eğer, ikiden başka/çok parametre düşünürsek, triyalektik ve poliyalektikten sözedebiliriz. Anarres ve Urras triyalektiktir. Urras’taki A-İo (Atlantis / ABD / Atina-İyonya mı?) ve Thu (Mu / SSCB / Sparta mı?) birbirinin karşısavıdır. Anarres, Urras'ın karşısavıdır; dolayısıyla hem A-İo’nun, hem de Thu’nun karşısavıdır ve tersidir de. Sonuçta, aynı anda diğer ikisine karşıt üç karşı(t)sav sözkonusudur. Diyalektiğin bittiği (veya triyalalektiğe aştığı) yer, ütopyanın ve karşı ütopya karşıtlığının da bittiği yerdir. Triyalektiğin başlayıp sürdüğü yerde ise, ancak soru soran, kuşku duyan, ikircikli bir ütopya varolabilir. Bu açık uçlu söyleme, romanda Anarres ve Urras’ın yanısıra, Arz ve Hain parametreleri sokulur. Özellikle Hain (nereye gönderme: aslına ihanet mi, asıl yoktur mu?, sonradan şerh: İngilizcesi de ‘Hain’ ki en yakın anlamı ‘nefret’tir), boşluğa doğru yolculuğun adımıdır (sonul edim de onlarınkidir). Eğer poliyalektiğe ulaşırsak, uzaydaki insanı ve insan-değili tasarlayabiliriz. Oysa henüz poliyalektiği tasarlayamıyoruz.
Geçelim bilimkurguya: Bilimkurgu romana genelde ütopik sayılan iki konu soktu: Uzak gelecek ve uzay. Gelecek 1930’larda faşizmle ve 1945’te atom bombalarıyla yok olmak üzereydi ve bu yokoluş ancak 1957’de uzaya açılarak kuramsalca engellenebildi. 20. Yüzyıl bilimkurguyu haklı çıkardı. Kimileri, ‘bilimkurgu bir yazın türü müdür?’, diye hala sorar ama kimse neden uzaya açılınmış diye sormaz. ABD ve SSCB, bu işe milyarlarca doları herhalde yalnızca rekabet için harcamadılar. Küçük insanlar, Dünya gezegeni dışında varlığımızı değillerler. Bilimkurgu, tasarımda bunu olumladı. Yanısıra, başka birşeyden de sözetti: Robotlaşmanın olası engizisyonu. Öyle ki toplu bilisiz bilgi böylelikle bu durumun yaşanmasını engelleyecek düşünceleri kuşaktan kuşağa aktaracak.
Mülksüzler de, uzayda birden çok dünyanın olası bir durumunu tasarlıyor. Soruyor: ‘İnsan denkleminin olası bir çözümü var mı?’ Yanıtlıyor: ‘İnsan imkansızdır veya kesin çözüm vardır denilemez ama umut vardır’.
Ardından: Odo; Lao mu, yoksa Godot mudur? Hem L., hem G. ve ne L., ne G. mudur? Odo, Godot’nun geçmişe sürgün edilmişiyle (çünkü ancak o zaman bugün(e) gelmesi olalılaşır), Lao’nun akrostişi karışımıdır. Kadındır, çünkü yazanı kadındır.
Romanın en güçlü yanlarından biri, metin kurgusu yapısı. Bir klein şişesi (biraz da sündürülmüş bir torus) gibi, sonuna doğru ilerlerken ters dönüp kendi içinden geçerek başa dönüyor ki tam da Odo’nun söylediği yaşanıyor: Gerçek yolculuk geri dönüştür. Buda, Nirvana’ya ulaştıktan sonra insanlara geri dönmüştü.
Metin çoğul temaların dokusundan oluşuyor. En çarpıcı olanı: Çözümsüz bir düşüncenin ardından, sevdiğin eşini, inanarak içinde yaşadığın dost düzeni terkedip düşmana ve bilinmeyene yol al ki o imkansızlık durumu yeni bir çözüm olanağına dönüştürülsün. Diğer bir deyişle en yoğun / billur düşünceler, acılarda, yalnızlıklarda, yolculuklarda, entropide ve kaosta bulunur ki anarşizmin vurduğu kuş budur, attığı taş o olmasa da. Ardından o sonuç-düşünceyi bedava-anonim kılmak gelir ki düşüncenin meta sayılacağı İkinci Sanayileşme’ye kehanet-panzehir sunuluyor demektir. Hiçbirşeyin mülk olmadığı yerde, düşünce de mülk olamaz.
Zeka yeni düşüncelere yol almanın uygun ve yararlı bir aracıdır. Yazar gerçekten zeki biri (enazından bu romanında). Bunu kabul edince ve romanda başkalarının hiç ulaşamayacağı yerlerden başlanıp romanı okuyanların önemli bir bölümünün yazarın neden öszettiğini asla anlayamayacağı yerlere varılınca, küçük sürçmeler daha çok göze batıyor. Örnek: Anarşizm’in ve Taoizm’in gençkız romantizmi bazında ele alınması. Her ikisi de, belirli ve ayrı yerzamanların sınırlı-sonlu tanımlanmış felsefi sistemleriydiler. Batı Avrupa Kültürü, ancak çok sıkışınca yeni ve farklı bir ögeyi içersemeyi kabullenen bir dışa kapalılık taşıdığından dolayı, zorunluluk doğunca sakarlaşır. Asya Kültürü bazında yolculuk (hem Türkçe’deki, hem de Taoizm’in motamot çeviri karşılığı anlamıyla), romanda anlaşılan kavram değildir. Aşkınlık bir döngü içinde geçmez. Her aşkınlık adımı, bir kritik eşik travması yaratır ve aştıktan sonra artık asla kendiniz değilsinizdir, yani yolculukta asla ev ve geri dönüş yoktur. Zamanın tersinmezliği gibi yolculuk hep ileri ve ölüme doğrudur. Bunun dışında tersinir zamanlı bir yolculuk (Bakınız: İ. Asimov: Sonsuzluğun Sonu / Evrenin Çanları) tasarlanabilir ama metin bunu imletici göstergeler taşımıyor. Bütün olmanın parça olmak olduğu sistemler (veya başka bir deyişle parçanın bütünden büyük olduğu sistemler) hiperlojikler tasarlamayı gerektirir. Orada aşkınlık, ancak bütünü parçalayarak elde edilebilir (bakınız belli tür şizofreniler). Burada informatik-kognitif anarşizm gerekir ki yazar ne bu romanında, ne de diğer eserlerinde bunun peşinden gitmez.
İnformatik-kognitif anarşizm, ‘kendi değil’ demektir. Yani: Kendi-değil + cins-değil + insan-değil. Romanda Arzlılar, kendi dünyalarını mahvetmişlerdir. İnsan türü, kendini yok etmesi kaçınılmaz bir canlı türüdür ama bu sondan uzaya yol alarak (aşarak, yayılarak (= emperyalizm), sömürgeleştirerek (= kolonyalizm) mi kurtulabilir? Bu bir ‘insan-değil’dir ama yalnızca biridir.
Anarşizm ve Taoizm de, ayrı açılardan ‘insan’ kategorisinin değillenmeleridir. Biri 100 yıllık süreç ertesinde, biri 2.500 yıl önceden, Batı Avrupa Kültürü’nün tanım aralığını saptayan Kapitalizm-Komünizm ikilisinin söylem düzenindeki ‘hümanist-antropomorfik insan kategorisi’ni değiller ve yadsır. O nedenle, Anarşizm-Taoizm sentezinin kurtarıcılığı yerine, Batı Avrupa Kültürü’nden vazgeçmek yeğdir.
Elimiz boşken yola çıktık ve nelerden vazgeçtik? Mülkten, sahip olmaktan, olmaktan, davranmaktan, kendiden, cinsten, insandan, metadan, satıştan, ütopyadan, karşı ütopyadan, Lao’dan, Godot’dan, Smith’ten, Marx’tan, Anarşizm’den, Taoizm’den. Geriye ne kaldı? Zihin, uzay, değilleme, yalnızlık, yolculuk, ‘ma’ ki onlardan da vazgeçilecek. Bir vazgeçiş bir elde ediş için olamaz. Hiçbir gidişin geri dönüşü yoktur. Ev ve asıl yoktur. Bilimkurgu da, insan da, başka türlere evrilecektir.

·          

7.      Kara Kitapname:

Her yazanın (henüz başlamamışsa bile) bir kara kitabı vardır. Benimkisi de bir üçlemedir: Ölüm + Delilik + Faşizm. Yayınlatırken de üçleme, bir kritik eşik olageldi. Editörler, 7 kez üçüncü yazımı reddettiler. Bu yazı yayınlanmışsa şeytanın bacağı kırılmış demektir. Öyleyse: Bundan sonra ne (hangi kritik eşik) var?
Çok çeşit ölüm vardır: Bakınız: 50 temel nedene dayalı ölüm istatistikleri (orada trafik, intihar, terör nedenleri yoktur). Çok çeşit delilik vardır. Bakınız ‘Çağdaş İnsanda Normaldışı Davranışlar’ türü kitaplar. Çok çeşit faşizm vardır: Mikro-makro, kadın-erkek, sert-yumuşak, engizisyon-faşizm, vd (ama bunların tam kataloğu yapılmamıştır).
Kara Kitapname anti-faşisttir. Anti-faşist olmak demek, tüm standart biyografilere ve (roller + statüler =) kimliklere başkaldırmak, varlığında bunların gerçekleşmesini yok etmektir. Anti-faşist olmak aynı zamanda varolan basmakalıp +  yalan + dogmatik + tabu söylem düzenleriyle savaşmaktır; bu bir informatik-kognitif eylemdir.
İnsan zihni temelde şöyle sınıflandırılır: Zihin = (İçedönük: (Afektif (: Duygusal)) - (Kognitif (: Bilisel)) + (Dışadönük: (Donatif (: Edimsel)). Kimlik / Birey / Özne / Benlik / Kendi / Kişilik = Afektif + Donatif.
Böylelikle, insanların duygularıyla davranmaları kendiliğinden içersenir, öğrenip bilmeleri ise dışarsanır. Kognitif yan zihinsel ise, informatik yan kültüreldir. İkinci Sanayileşme, kognitif-informatik insanlar demektir. Bu süreç, 1950’lerde ilk bilgisayarlarla başladı. 2200’lere dek sürecek. Kara Kitapname informatikleşme / kognitifleşme sürecini katalizler, sentezler, ona veri tabanı oluşturur.
Zor saptama şudur: Kültüroloji atlaslarında ölüm, delilik ve faşizm hep haritaları, yani sınırları çizer. Dolayısıyla, ‘Kara Kitap(name)’ yazmak, mekan-zaman içinde bıçak sırtında amok koşmaktır. Er geç öleceksin: Ya korkar kaçarsın, ya da korkar saldırırsın. Korkuyorum, öyleyse asla uyma(m).
Kara Kitapname yazmak beynimi yakıyor (pseudo-epileptikim ve bilincim kesilmese de beni bir saate varan sürelerde felç eden spazmlarım var). Yanma saydamlaştırır, yanısıra başkalaştırır. Mahremiyet kalıntıları utanç verdiğinden dolayı, (iyi) yazmak beni tiksindiriyor.
Kara Kitapname, kuduz zeka(m)dır. Var olan ( + olmuş + olacak) tüm insan bireylerine + toplumlarına + kültürlerine ölesiye + öldüresiye bir kin + öfke + nefret besletiyor. An-anarşist olmak demek; gürültüsüz, görkemsiz, ayırsanmayan yıkıcılık demektir. İnsan türü, zaten kendini yokedecek + başkalaştıracak: Maksat katkım(ız) olsun.
Değişmek ölmektir, ölmek değişmektir. Kara Kitapname; hem öldürür, hem değiştirir. Hem-hem + Ne-ne: Sonsuz sayıda birbirinden ayırtsız karşıtlığın sınırlı-sonlu bütünlüğü. Öl yitirirsin, değiş yitirirsin, yaz yine yitirirsin. Başkalarının (Kafka, Bukowski, vd) yitirmesiyle şimdiye dek kazandın. Artık sen yitir: Kara Kitapname sonsuz-sınırsız yitiriş ve yokoluştur: ‘Ma’.
(Kara) Kitapname varlık ve/ya hiçlik değildir; ‘Ma’dır. ‘Ma’; ayrılık, gönüllü zorunluluk, içine birilerinin geleceği varedeceği sonsuz yokoluş boşluğu, çözülme, eksi uzay-eksi zaman demektir (Japonca bir sözcüktür). Sonsuz yokoluş sürecinin çizdiği yolu işlemektir. Şimdi ve geçmiş yitirildi. Gelecek de yitirilecek ama tamamı değil. Delicesine tüm olası geleceklerin bataklıklarını kurutarak, ergeç bir gün mutlaka sağlam zemin/yaratma çabası. ‘Terra incognita’ değil, ‘terra inexista’. Ütopya yok, vaad yok. Varolan tüm yalan-söylemleri değilleme + ötelenme var.
Kara Kitapname ölme(m)den önce belki bir gün Beyaz Kitap’a (Düşünce Atlası + Sibernetik Kültüroloji + Novum-Epsilon-Kristal) dönüş(türül)ecek.


KİTAPNAME : 4

1.      Hangi Beyaz Kitap(name)?

Beyaz Kitap(name) hiç yazılamayacaksa bile, gerçek bir kitaptır. Gerçek bir kitap; uzayzaman içinde tüm kültürleri, o dillere çevrilmese bile kutuplar: Yani ‘libris longa vita brevis’ (kitap uzun yaşam kısa) kuralına uyar. Beyaz Kitap (da) bir üçlemedir ve bunu gerçekleştirmeye çabalar.
Sibernetik Kültüroloji, yaklaşık on bir bin yıla sığdırılan tarihteki tüm kültür modlarını listeler, gruplar, karşılaştırır, kavramsal çerçevesini çıkarır. Tarihin ilkesel eğilimlerini ve kaotik aralıklarını haritalar. Kültürel koruyucu hekimlik yanlısıdır: Felaketleri gerçekleşmeden, mümkünse ve gerekliyse, önlemeye çabalar; yoksa sıfır müdahale ilkesine uyar.
Düşünce atlası, yine aynı dönemdeki tüm akıl yürütme yollarını ve mantık sistemlerini listeler, gruplar, karşılaştırır, kavramsal çerçevesini çıkarır. Özdeşlik İlkesi’ni, Bütün-Parça sistemlerini, Neden-Sonuç ilişkilerini sorgular. Var olanları, olmayanları, olabilecekleri, olamayanları tasarlar.
NEK (Novum - Epsilon - Kristal), yazarın yaşadığı yerzaman aralığındaki SK ve DA sınırlarına getirdiği ötelemelerdir. Henüz hiç kimsenin zihninde var olmayan düşüncelerdir. Örnek: Küsuratlı türev. Yaşamışarak öldüğünün kanıtı olan zihinsel/düşüncel artı değerler ve kültürel çocuklarına bıraktığı onbirinci ağaçtır.
Kuşkusuz, Beyaz Kitap’ın da ötesi vardır.

·          

2.      Yazar Manifestosu:

Yayınlatamadığı için, yazmaktan vazgeçen biri yazar değildir. (A. Tarkovski)
İyi bir yazar olmak için, en az on yıl masa başında dirsek çürüt. (F. Dostoyevski)
Esinsel yaratıcılık tiksindiricidir, asla inanma. (J.P. Sartre)
Yaratma cesaret işidir. (R. May)
Yazarken normal bir yaşantı sürebilirsin ama yazma kapasitenin % 90’ını götürür; anormal bir yaşantı sürebilirsin ama ceza görmeyi asla abartma.
Güneşin altında söylenmedik sözler vardır. İster söylenenleri tarayarak tümevarımla, ister sözükapalı tümdengelimle yazılmamışları yazmaya çabala.
Şairler aptaldır. Şiirin kabul edilebileceği tek yeran gerçek aczdir. Yine de, birileri şiir yazmaksızın o çaresizlikle (başkaları için) daima yüzleşir.
Eğer standart biyografiler ve yalan söylemler seni doyuruyorsa, eline hiç kalem alma.
Yazarken okunma süresi menzilini onyılın üslerince tasarla. On yıl sonra okunmaktansa, bir yılda bir milyon satmak seni doyuracaksa; sunucu, gazeteci, manken filan ol.
Hiç kimse seni yazmaya zorlamıyor. Yazmak zihnen ölmektir. Yakınma.
Yazarlık, entellektüellik değildir. Entellektüellik, entelejensiyalık hiç değildir.
Kalemini kır ama satma, diyen kişi kalemini onlarca kez sattığı ve torunları şimdi silah sattığı için, kolay kolay kimseye (bana da) inanma.
Yazarlık iktidar seçkinliği ile kitlenin proleterliğini birarada taşır ve her ikisince de dışlanır.
Sevdiklerin sana hakaret ediyor, düşmanların alkışlıyorsa doğru yoldasındır.
Devletten, memurluktan, mesaiden hep uzak dur.
Nobel ödülü veya başka bir yarışma kazanmak için yazıyorsan; kültür kabzımallığı, yani yayıncılık seni daha çok açar.
Eleştirmenleri ve yayıncıları daima değille.
Asla uyum yok.

·          

3.      Yayıncılar:

Önce gözlemler:
Yayıncılar, TC’de 1985’ten beri medyatik (informatik / kognitif) faşizm yolunda tam gaz ilerliyorlar. Sorumsuzlar. Yayıncılık ilkeleri veya programları yok. Amaçları yalnızca kar etmek. Eleştiriyi kabul etmiyorlar. Dolaylı ve saklı zor kullanarak rakiplerini engelliyorlar. Çoğu, 1980 öncesinin marksistleri olmalarına karşın, 1990’larda 1800’lerin barbar kapitalist kurallarını uyguluyorlar. Okuyucu az. Kar marjı yüksek: Kitap cirosunun yüzde onu maliyeti kurtarıyor. Yayıncılık birliği ve kataloğu yok veya var olanlar eksik. Özellikle çeviri eserlerde telif hakları yasasına uyulmuyor. Denetim ve bilgi saydamlığı engelleniyor. Belli konularda, temel bilimler gibi, hemen hiç eser basılmıyor. En ciddi yayınevleri bile büyü, fal, burç gibi konularda kitap basıyor. Basılan kitapların enaz yüzde ellisi okunmadan çöpe atılası: Büyüklükte ilk on yayınevinin listelerini taramak yeterli.
Şimdi rasgele örnekler:
Kavram Yayınları, F. Pohl’un üç kitaplık ‘Hiçi Üçlemesi’ni bir yıllık sürede altı ay aralıklarla bastı. Bir okuyucunun bir yılda üç kitabı ancak mı bitireceğini düşünüyorlar? Aynı yayınevi, A.C. Clarke’ın ‘Rama 2’sini ikiye bölüp altı ay arayla yayınladı. Bir okuyucunun kitabın ortasında beklemesini mi umuyorlar? Metis Yayınları, U.K. Le Guin’in ‘Dörtleme’sini bir yıldan uzun sürede, yine yaklaşık altı ay aralıklarla bastı. E Yayınları, S. Hassel’in on üç kitaplık dizisinin ilkini 1981’de, onikincisini 1995’te bastı, onüçüncüsünü hala basmadı. İlk kitabı okuyanların herhalde bini çoktan ölmüştür.
Milliyet Yayınları, M. Sjowall ve P. Wahlöö’nün birlikte yazdıkları, on kitaplık ‘Martin Beck’ dizisinin ilk altı kitabını 1973-1975 yılları arasında bastı. Diğer dördü hala basılmadı.
Metis Yayınları, Gülay Kutal’ın ‘Biz de Duvar Yazısıyız’ını 1989’da bastı. Kitabın çalıntı olduğu ortaya çıktı. İsveçli yayıncı iyiniyetiyle davasından vazgeçti. AFA Yayınları ‘Avrupa’ dizisini üste para alarak bastı. ‘Dada’ adı altında, ‘Kelepir’ kitapçı dükkanı açtı. Basımı olan kitapları üst fiyatını onda-üçte birine, basımı olmayan kitapları eski üst fiyatının üçte birine sattı ve satıyor. Gerekçe olarak kitapların tezgaha düşmemesinin istendiğini önesürdüler. (Büyük para, küçük parayı dövüyor.) Arion faciası Beyoğlu’nda hala gözönünde: Yayıncılıktan kafeciliğe ve konfeksiyonculuğa...
Can Yayınları, TYT Bank’ta para batırdı. İletişim Yayınları, Orhan Pamuk’u Can Yayınları’ndan elli bin dolar olduğu söylenen bir fiyata satın aldı. Ertesi bir yıllık sürede İletişim kitaplarının fiyatları reel olarak bire iki-üç oranında arttı. Okuyucu hep kaybeder.
İnkılap Yayınları, Reşat Nuri Güntekin’in tüm eserlerinin yayın hakkına sahip. Ortaokul ve lise öğrencilerine her dönem birer Türk klasiği okuma zorunluluğu var. Bu listede R.N.G. de var. Bu binlerce nüshalık hazır satış demek: Çalıkuşu’nun son basımı otuz sekizincisi. Türk klasiği olup da, M. Seyda gibi, eserleri artık basılmayanlar var. Neden sorumluluk duygusu taşıyıp kâr etmese bile, basmıyorlar?
TÜRDAV’ın sağ yayınevleri için ayrı bastığı katalogda yer alan bazı yayınevleri, Kuran’ı eksik ve/ya yanlış sıralı formada satıyor. Bunu diğer yayınevleri de biliyor ama susuyor ya da karışmıyorlar. Sol için geçerli olan, sağ için de geçerli: Paranın dini imanı yoktur ve it iti ısırmaz.

KİTAPNAME : 5

Yayıncılara Devam:

Sabah Yayınları, 1996’nın sonunda Beyoğlu’na taşındı. Hürriyet ve Milliyet Yayınları da sırada. Aydın Doğan ve Dinç Bilgin, Özal döneminin bağlı kuşu vurmak medyatörlüğüyle yayıncılığın bağdaştığını sanıyorlar. Büyük kapital, 2000’ler için imaj arıyor. Oysa kazın ayağı öyle değil. Sabah Yayınları, iki ayda tekledi. Eskiden gazeteler, kitabı kültür hizmeti olarak eşantiyon verirlerdi. Şimdilerde Sabah’ın pahalı Türk kültürü kitapları veya AD’ın (Aydın Doğan = Milliyet + Hürriyet) sıfır maliyetli, ucuz tapon kitapları türü zorlamalarla ‘daha çok para nasıl kaldırırız’ mantığını güdüyorlar. Yapabilecekleri en iyi şey yeni bir MEB dizisi ama Yapı Kredi Bankası Yayınları’nın yaptığı gibi, seçiciler kurulunun kendi çevirilerini seçmesine izin vererek değil. TC’de elli yıl boyunca, ‘para yok’, dendi. Şimdi, ‘beyin yok’, deniyor. Para kazanmak için 74 yıldır beyin harcayanların diyecek sözü yok.
1967 Varlık Yıllığı’nda (1966 Varlık Yayınları) yayınevi sahibi Yaşar Nabi Nayır’la yazarlar tartışıyorlar. Y.N.N. para kazanmak istediğini açıkça belirtiyor. Yazarlar, Türk edebiyatçıları için kota talep ediyorlar. Ece Ayhan, ‘Ece Ayhanca’ yazarak, kafasına göre takılacağını beyan ediyor. Orhan Kemal’in satmadığı öne sürülüyor. Oğuz Atay, ‘neredesin ey okuyucum’, diye diye gitti. İletişim Yayınları, şimdi onun kitaplarıyla malı götürüyor. Keza Cem Yayınevi, Kamuran Şipal’ın korkunç çevirisiyle, Kafka tekelini elinde tutuyor. 30 yıldır aynı yerde debeleniyoruz.
1997’de altı büyük yayınevi (Bilgi, Remzi, Can, İnkılap, AFA, Altın) beşbini bulan toplan kitap çeşidiyle TC’nin tüm dağarının yüzde onunu oluşturan bir kartel durumundalar. Bu; yıllık minimum (5.000 x 1.000.000 x 1.000 =) beş trilyon liralık bir pazar demek. Yayınevleri, TÜYAP artı Beyoğlu satış merkezleri aracılığıyla, bu miktarın mümkün olduğunca en büyük kesrini nakit olarak elde etmek istiyorlar. Yine, büyük kapital mantığının ve feodallik kalıntısının bir diğer biraradalığı: Adamevi’ninki gibi 7 katlı bir binada 50.000 kitap rahatça sergilenir. Oysa hiçbir yayınevi yöneticisi veya satıcı bu miktarın yüzde beşinden yukarısıyla ilgilenmez. Kelepir yöneticisi, okuyucunun illa ki kitabın yüzünü görmek istediğini, o nedenle az kitap sergilediklerini (Yön FM, 10.12.1996, 15:00) rahatça belirtebiliyor.
Ne yapmalı? Kesinlikle uzmanlaşılmalı ama İletişim’in ‘Cep Üniversitesi’ fiyaskosunu yinelememeli. Her konuda, en az üniversite birinci sınıf düzeyindeki, en az 1.000 kitaplık bir liste hazırlanmalı. Yayınevleri, alanları paylaşıp 5-10 yıllık planlar çerçevesinde bunları düzenli basmalı. Bu olumlu öneri. Olumsuz öneri: Yayınevlerinin elindeki kitapların en az yarısı SEKA’ya verilmeli. Hoş, satılan ve okunmayan tüm kitaplar eninde sonunda oraya gidiyor, dolayısıyla bu, muhalefet şerhli bir öneri olarak kalıyor.
Editörler, basacak yerli yazar bulamamaktan yakınıyor. İlla ki roman veya şiir basmak zorunda değiller. Memet Fuat, 30 yıldır ‘daha az şiir’, diyor da, kendi keşfettiği ve meşhur ettiği Küçük İskender çok mu şair oluyor? Can, sonradan Mitos’un iki kitabını bastığı Aslı Erdoğan’ı önce kabul edip sonra reddediyor da, Özdemir İnce yazar mı (yoksa editör yardımcısı mı) oluyor? Mitos-Boyut’un 100. kitaba ulaştırmak üzere olduğu oyun dizisi neden diğer ortak katkılarla (örneğin Adam’ınkiyle) 1.000’e hedeflenmiyor? Düşün Yayınevi, ‘günce + mektup’ dizisini hiç olmazsa 200’e hedeflemeli. Üniversite kütüphanesi depolarında çürüyen lisansüstü + doktora tezleri (ki sayıları herhalde 10.000’i geçmiştir) neden yaşama ve okuyucuya kazandırılmıyor? Aristo’nun Metafizik’i iki cilt olarak 1985’te ve 1989’da basılmıştı. Şimdi Sosyal Yayınlar onu tam olarak bastı. Neden böyle 1.000 eser daha kazanılmıyor? Çince’den bugüne dek kaç kitap çevrildi? Neden Tao-te-King kitabının tüm çevirileri tek ciltte birarada basılmıyor?
Okuyucu; rüya tabiri, yemek tarifi, gizli ilimler, şifalı bitkiler kitapları ister. Agatha Christie ve Stephen King hep çok satar. Büyük yayıncılar bunları basıp satarak (tabii ki telif ödemeksizin) trilyoner oldular. O parayı ne yapacaklar? 150 milyara kitapçı + kafe kurup imaj mı yaratacaklar? Küçük yayıncıların yolu belli: 10-15 çeviri başucu klasiği ile kendi yağında kavrulmak ama lütfen yerli polisiye ve bilimkurgu roman basmasınlar. Amerika’yı 500 yıl sonra hala keşfedemeyenlere, akla ziyan olanaklar tanınmasın.
İlkede bir yazarın tüm eserleri tek bir yayınevinden yayınlanmış olsa gerekir. Oysa Kemal Tahir’in kitapları şu anda Tekin, Bağlam ve Adam Yayınları’na bölünmüş durumdadır. İster bir ister birden çok yayınevi basmış olsun, ölmüş bir yazarın biyografisi her eserinde bulunmalıdır. Aynı zamanda mümkünse kitabın önceki basımlarının yayınevleri ve tarihleri belirtilmelidir. Bilgi Yayınevi’nin Sait Faik’in tüm eserleri dizisi olumlu bir örnek. Hele rahmetli Asım Bezirci’nin, Nazım Hikmet’in tüm eserlerinin bulabildiği tüm versiyonlarını derlemesi, Türk Edebiyatı açısından seyrek rastlanan bir örnek (bir muhalefet şerhi daha, açılımı daha sonra verilecek).
Yabancı yazarlar içinse, mümkün olduğunca çok bilgi verilmesi uygun. Yayıncıların okuyucuya karşı bilgi verme sorumluluğu var. Oysa onların yaptıkları, ya üç beş kitaptan rasgele seçimler yapmak, ya da aynı kitabı ayrı isimlerle basıp pazarı sömürmek.
Genelde kitaplar için yılda 1.000 adet satarak 3 yılda basımı tükenecek ortalama 3.000 tirajdan sözedilir. Keza, Türkiye Bibliyografyası’nda yılda 6.000 - 7.000 kitap listelenir. Oysa yılda 30.000 - 40.000 satan kitaplar ve (ortalama üç yıl için) TÜRDAV kataloğunda 50.000’in üzerinde (yılda ortalama 17.000 eder) kitap var.
Demek ki yılda (10.000 x 10.000 x 1.000.000 =) 100 trilyon liralık arayı yayıncılar yazardan, çevirmenden, devletten hulahup ediyorlar. TÜYAP ve Beyoğlu marketleri sayesinde kitapçıları ve dağıtımcıları devredışı bırakıyorlar. İzmir ve Ankara TÜYAP’larını büyük itirazlar karşılığında geçici olarak ertelediler; çünkü Türkiye kitap satışının yarıdan çoğu İstanbul’da gerçekleşiyor.
Rauf Mutluay 1966’da, edebiyatın düşmanı (rakibi) olarak futbolu, pop müziğini, sinemayı, magazin dergilerini, fotoğrafı, radyoyu ve politikayı koruyor. Bunlara 1997’de televizyonu, videoyu, bilgisayarı eklemek gerek. İnsanlar yaşamlarını öğrenci, mesaici ve emekli olarak üç eşit dilimde geçirirler. Öğrenci bilemez, mesaicinin zamanı yoktur, emekli eyleyemez. Yani herşey okumanın engeli olarak ele alınabilinir ya da tam tersine: İnsan açken de, üşürken de, savaşta da, yolda da kitap okuyabilir. TÜYAP’a ve İstanbul Sinema Festivali’ne kabaca 10.000 kişilik bir talep var. Bu insanlar, kitap satın alıyor ve okumuyorlar. ‘Sophie’nin Dünya’sını 1.000.000 kişi okusa ne işe yarar ki? Yayıncılar satmak istiyor, okunmak değil. Yazar yazıyor ama okumuyor; okunmak istiyor ama okuyucuya, ne biçim (edebiyat türü), ne de içerik (konu) olarak verecek (söyleyecek ve/ya yazacak) hiçbir şeyi yok. Bilisel olarak, yazar-yayıncı sembiyözü, adı geçen tüm karşıtı öğeler denli eblehleştiricidir.


KİTAPNAME : 6

1.      Özeleştiri:

Kitapname parçacıklarında ‘ben bilirimci’ didaktik bir üslup algılanabilir. Ama amaç, elden geldiğince az cümleyle en çok anlatı yaratabilmektir (özellikle ‘Ötedil Arayışları’nda).
Genelde sıfır okur için yazıyorum. Bu, ‘Kitapname’ için de böyle, diğer projeler için de... İki kişi yazdıklarımı okuyup anladıklarını söylediler ama ikna olmadım. Çünkü ‘bu bir kanattır’ denmez; takılır ve uçulur. Bir üçüncü kişi, (’10.000 Kitap Nasıl Okunur?’ hakkında) yanlış anladığını gösterdi. Sorun, yazanın özellikle anlaşılmamayı sevmesi değil, okurun anlamamayı sevmesi.
Bülten en çok 1.000 okurluk bir potansiyel. Karanlıkta göz kırpınca görülmüyorsunuz. Yayınlanmayan yazar, boş anlam kümeli bir tanım. 1.000 kişilik küme, çoğunluk 18-25 yaş arası üniversiteli genç kuşağını içeriyor. Oysa hedeflemeyi umacağım küme, 50 yaşını geçmişler + ölümü eşiğindekiler olabilir ancak.
25-35 yaşlarım arasında, yayınlatamamak benim için travmatik bir duygusal deneyimdi. Şimdi ise Bülten’deki yazımı görmek içimden gelmiyor. Bu, giderek bitirilmiş kitaplardan tiksinmeye ve onları unutmaya dönüşeceğe benziyor.
İkinci yarıyolda yaşantımda üç anlamlı şey kaldı: Yazmak, içmek ve okumak. Bunlar da elimden alınabilir. Mümkün felaketlerden çoğunu yaşadım ve yenilerine de açığım. Saydıklarım giderse felaket olur ama yine de sağ kalırım. Nasıl ki sevgiyi yitirip sağ kaldıysam...
Kendiliğinden açmazda kalıyorum. Sapa yollarda dolananlar genellikle çıkmazlarla karşılaşırlar. Gordiyum düğümleri genellikle İskender’lerce kesilir. Yolun açılabilmesi için çoğunluk zihni(mi)n parçalanması gerekiyor.
Özeleştiri bunların neresinde? Yanlışlarımı biliyorum ve yapıyorum. Yaşamla ölüm arasında, yazmakla yazmamak arasında seçim yok çünkü...
Ek: Bu parçayı Erol Toy’un geçen sayıdaki söyleşisini okumadan önce yazmıştım ve olumsuz yaklaşımım hakkında yumuşatıcı bir paragraf ekleyecektim. E.T.’u okuduktan sonra sertliğimin (özellikle yayıncılar hakkında) az bile olduğuna karar verdim. Onun yerine bu paragrafı koydum.

·          

2.      Yazmak ve Yazmamak: Bütün sorun Burada:

‘Somut’ dergisinin 1979’daki ilk sayısı yeni yazarlara ayrılmış. Yeni yazarlar, tahmin edilebileceği gibi, çoğunluk şiir yazmışlar. (Aziz Nesin’in dediğince bizde üç kişiden beşi şair.) 70 şiir + 5 nesir olmak üzere toplam 75 yazı (= yazar) var. Aradan 18 yıl geçmiş. Bunların tamamına yakını artık yazmıyorlar (yoksa yayınlat(a)mıyorlar mı demeliyim?) Bir bölümü de üçüncü amatör kümede top koşturuyor. Melih Cevdet Anday’a bir arkadaşı ‘şiire birlikte başladık, ben bıraktım, sen devam ettin’ demiş. Yazmaya başlanıp bırakılabilir mi? Nafile, beyhude, deli saçması yaşamlara yazarak (Dostoyevski’nin deyişiyle) bir nebze teselli bırakabilmek, seçilebilir bir şey midir? 70 yıl yaşayıp bir bok böceği denli işlevi olmamış milyonlarca insan geldi geçti bu dünyadan.
Varlık dergisinin 1.000 sayısında 2.000’in üzerinde imza yer almış. Bunlardan yalnızca 50 civarında kişi, onlar da herhalde Varlık sayesinde değil, yazmayı sürdürmüş. Diğerlerinin yazarlıkları asla yaşamlarının eksenine oturmamış. ‘Hobi şair’ olmuşlar. Selim İleri, yukarıda sözü geçen nüshada, kendisinin yazarlığı sürdürmesini dergilere bağlamış. S.İ. ‘80’lerde çok satan bir yazardı; ‘90’larda modası geçti. Eğer bu süreci Y.N.N.’a dayandıracaksa, yazarlığını ‘7 yanlışı bulun’ oyununa döndürür. Yazar üreticidir. Yayıncı / editör / dergici pazarlamacıdır, kabzımaldır, celeptir. Doğru: Üretilenlerin % 95’i defoludur, firedir. Ancak yayıncılar ‘sen geç, sen kal’ bezirganlığı hakkına sahip değiller. Oğuz Atay, keşfedilemeden öldü, şimdi çok satar. Mehmet Seyda’yı, Reşat Enis’i hala keşfedemediler. Bunun yanında Orhan Pamuk yaşarken moda / çok satar.
Türkiye’de yazarak geçimini sağlamak çok zor ama burada çocuğun adını koymak gerek. 1997’de TC’de kişi başına yıllık ortalama harcama 1.500 $ civarında. Bu miktar zorunlu harcamaları (gıda, barınma, vd) ancak karşılar. Ev geçindirenler için bu sayı 4-5 ile çarpılmalıdır ama yazarların çoluk çocuğa karışması için bir yasa yoktur. Bir yazara satılan her kitabı başına (eğer namuslu bir yayıncıya rastlamışsa) 0,5-1 $ kalır. Demek ki ister tek kitapla, ister çok kitapla yılda 2.000 - 3.000 nüsha satabilen bir yazar, ekmeğini kalemiyle kazanabilir ama böyle bir zorunluluk da yoktur. Yalnızca her konuda olduğu gibi, yazıda da tam gün mesai yaratıcılığı öldürür (emekli Salah Birsel’i yazar saymıyorum). Türkiye’de 10-100 arasında kişi ki çoğunluk gazetecidirler, sözü geçen ekmek parası yerine, yazarlıktan pasta parası yemekteler. M. A. Birand’ın bir kitabının 100.000 adet sattığı ilan edilmişti. Bakanlıkça önerilen Türk yazarlarının kitapları, ödev zorunluluğundan dolayı yılda 40.000-50.000 arası bir satışa sahip. Demek ki bir yazarın mirasçısı olmak (Nazım Hikmet’in tek çocuğu Mehmet Hikmet Koseçki gibi) yazar olmaktan daha karlı, çünkü yasaklanan bir kitabının yazarının çocuğu içeri atılmıyor.
Yazmak, yayınlanmak, okunmak: Bir labirent. Bir ucundan bin kişi girdiyse, öbür ucundan yalnızca bir kişi sağ salim çıkabiliyor. Geri kalanı ödüle ve/ya cezaya teslim oluyor. Sait Faik de aynı süreçten geçti, Charles Bukowski de... Yazmak veya yazmamak: Bütün sorun burada... Yazmanın olumsuzlukları (ünlendikten sonra da olumlulukları) size yazmayı bıraktırabiliyorsa yazmasınız. Yazmak bir seçim değilse, herşeye karşın yazarsınız.

·          

3.      Reklamlar ve Kitaplar:

Reklamcılar düzenin peçetesidirler. Bir fuhuşa çanak tutarlar. Üretmeksizin üreticinin ve kullanıcının sırtından kene gibi geçinirler. Herşeyi yalnızca imaj kılarlar. İkinci Sanayileşme’nin ilk kognitif-informatik faşistleridirler. Bilginin/bilmenin azalması yönünde hizmet görürler.
İlaçlar gibi, kitabın da reklamı olmaz. İlacın prospektüsü, kitabın da tanıtım yazısı olur. Bir prospektüs, nasıl açıkseçik ve kısa ise, tanıtıcı yazı da kitabın bileşimini, kullanım dozunu, endikasyonlarını ve kontrendikasyonlarını doğrudan anlatır. Kitap prospektüsü yazmak zanaatının icracısı az bulunur; çoğunluk kitap reklamcıları vardır. Kitap dergileri peçetecilik yapıyor. Eşin dostun kıtipiyoz çöpleri değerli kitap olarak reklam ediliyor. Bakınız: Cumhuriyet Kitap Dergisi.
Kitap bir tüketim metası değildir, modası olmaz. Kitap okunur, sahip olunmaz. Kitabın bibliyografyası veya kataloğu olur. 70 yıllık Latin Alfabesi döneminde basılmış kitapların sayısı belli değildir (üstelik yasalar basılı herşeyin en az bir nüshasının devlet kurumlarında bulunmasını zorunlu kılar). Kitapların içeriği denli, adresliliği / referanslılığı da bilgi taşıyıcıdır. Hangi kitap hangi kitapla ilintilidir, hangi sırayla okunsa gerekir belirtilmelidir (mümkünse yazarca). Dewey kodlamasının ve internet tarama programlarının işlevi de aynıdır: En kısa sürede en çok bilgiye ulaşmak. Bu reklamlarla değil, bibliyografya ve kataloglarla gerçekleştirilebilir.

·          

4.      Beyhudelikler ve Nafilelikler:

TC döneminde edebiyata, özellikle romana ‘beyhude’ ve ‘nafile’ kavramını Ahmet Hamdi Tanpınar kazandırdı. Nurullah Ataç, A.H.T. için ‘kıtipit’ demiş ama kendisi de beyhudelikte ve nafilelikte ondan aşağı kalmamış. Bir eleştirmen olarak yazarlara ‘sen dur, sen geç’ hegemonyası uygulamış. A.H.T. beceriksiz ve tembel olabilir ama işinde ciddi ve dürüsttür. Yazdığı ’19. Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi’ konusunda başyapıttır. N.A. ise, bir başyapıt yaratmadan bu dünyadan geldi geçti.
A.H.T. Osmanlı artığı tanzimatçı zihniyetin Cumhuriyet’e izdüşmesi ve aktarılması nedeniyle beyhudedir. Bunu kendi de bilir ve saklamaz da... Aydın ve sanatçı olarak donanımı eksiktir ve aradaki farkı kapatmaya ne isteği, ne de gücü vardır. O yüzden sürekli bir sakillik durumundadır. Alaturka absürd, alafrangası gibi boğmaz ve bulandırmaz, güldürür ve sinirlendirir. Bir insanın nasıl olup da bu denli salak kalabildiğine şaşar, bir yandan da ona acıdığınız için kendinize öfkelenirsiniz.
A.H.T.’ın geleneğini sürdürmek Oğuz Atay’a kısmet oldu. ‘Babama Mektup’ta melokomik bir üslupta kendi beceriksizliklerini, yetersizliklerini, sakarlıklarını anlatır. ‘Bir Bilim Adamının Romanı’nın sonlarına doğru, Türk erkeğinin bir şeyi tamir edeceğim derken bozmasını hicveder.
En son, en moda ve en beyhude-nafile yazar Orhan Pamuk. İlkin gerçekliğe soyundu. Sonra gerçek(lik)i yitirdi, var olmadığını öne sürdü. Karanlıkta aranırken muğlaklığa (agnostizme), post-modernizme, tanzimat kafalı köşe yazarlığına çarptı. Etrafı kırdı döktü. Ciddi ciddi edebiyatın ortaya koyacağı kesin gerçeklik olmadığını savundu (yani kuramsallığa da el attı). Sonra eğlence için yazdığını beyan etti. Bir kırk yıl daha yaşayacağı için yeni gariplikler icat edeceğe benzer (oysa susması daha uygun, yani yazmayı bırakması). A.H.T.’dan farkı ciddiyetsizliği ve ikiyüzlülüğü. Asla ‘ben bir salağım’ demek cesaretini gösteremedi.
Sonuç: 2000 eşiğinde 100-200 arasında değişen sayıda irili ufaklı beyhude-nafile türk yazarı (AFA’nın ‘Çağdaş Türk Yazarları’ dizisindekiler gibi) birikti. Hamamda kendi sesine bayılan deli misali yurttan sesler korosunda ‘ben, en bi ben’ diye bağrışıyorlar. Kuşkusuz tarihçe onları da  SEKA’nın taştan yollarında çöpe yollayacak.

·          

5.      Hastalık ve Kitap:

Birçok yazar, daha önce hiç düşünmedikleri bir durum olarak hastalanınca, hastalanmasalardı yazmayacakları metinler yazmışlardır (özellikle ölüme tam gaz yol alanlar). Böylelikle ortaya çıkmıştır ki yaşamları boyunca rol kesmiş olsalar da, olumsuzluk onları çırılçıplak soyuvermiştir.
Hiç hastalanmasaydım, hiç yazmazdım, diyebilecek konumdayım. Çok hastalandım, çok yazdım. Buradan maraziliğin yazmanın ve/ya yaratının olmazsa olmaz koşulu olduğu çıkarılamaz. Belki: Yazdım, çünkü yaşa(ya)madım (= öldüm). Şimdi ise: Yazıyorum, çünkü öleceğim. Yazmasaydım ne yapardım bilmiyorum.
Yazmak bir hastalığın tedavisi değil, koruyucu hekimliktir. Senden (zihninden ve kültüründen) farklı olanlara, isterlerse izleyebilecekleri ve onları yeni sağlıklara/dirimlere taşıyabilecek yollar çizmektir. Kafka’nın ‘denedim, yanıldım, öldüm, oku ve ölme’ dediğidir. Beckett’ın ‘denedim, yanıldım; yine denedim, yine yanıldım ama daha güzel yanıldım’ dediği değil. Okumak ve yazmak, bir bilgi savaşçısının önce kendisini, ölümüne doğru da başkasını eğittiği bir savaştır. Nasıl herkes ölüyorsa, her yazan yenilir. Velev ki başkaları kazansın.

·          

6.      Ölüm ve Kitap:

Ölmeyecek olsaydım, kitap yazmazdım. Demek ki: Öleceğim, öyleyse yazacağım.
Bir özdeyiş: Bir yıl içinde öleceksen çocuk yap, on yıl içinde öleceksen bir (veya daha çok) kitap yaz.
Pratik olarak bir insan 50-100 yıl arası bir süre yaşayabilir. Bir kitap ise 1-10.000 yıl arası, bir süre yaşayabilir. Demek ki kimi ‘libris longa vita brevis’, kimi ‘vita longa libris brevis’.
Teorik olarak bir insan da, bir kitap da milyon yıl ölçeğinde yaşayabilir. Kuşkusuz, bir böceğin ‘larva-koza-kelebek’ evreleri gibi, mekan-zaman içinde bu denli uzun yaşamak başkalaşmayı (metamorfozu) gerektirir. Alfred Bester, ‘Kaplan! Kaplan!’ romanında bir insanın doğrusal mekan-zaman ötelenmelerini kurmaca olarak anlatır. Aristo’nun eserleri ise mekan-zaman içinde 25.000 kilometre ve 2.500 yıl boyunca başkalaşarak (Çok tanrılık - Budizm / Brahmanizm – İslamiyet - Hristiyanlık + Eski Yunanca – Hintçe – Arapça – Latince – İngilizce - Türkçe + Yunanistan – Anadolu - Ön Asya – Ortadoğu - Kuzey Afrika – İberya – İngiltere - Türkiye) sağ kaldı. Burada ve şimdi bazı parçaları onun yazıp yazmadığını bilmiyoruz ama Aristo hala ‘gerçekten’ sağ. Yeni sorunsal, gelecekteki kitaplı sağ kalmanın ev gezegenden ötelere, Evren’e doğru öteleyiciliğinde. Henüz bunun tasarımı-düşü yok.
Bazı düş güçlerinin sınırı-sonu yoktur. Nesnel kitabı birden çok sonsuza ötelemek, öznel varlığını sıfıra limitlemektir. Zaten öznel varlığı yaşamak, zihni ve kültürü kirletmektir. Umarım, ölmüş olduğumda yazmış olduğum kitaplar, yaşarken yaratmış olduğum soyut ve somut tüm pislikleri ölümümden sonra temizleyebilir ve zihinleri sonsuza öteleyebilir.

KİTAPNAME : 7

1.      Yayıncılar:

Çocuk kitapları basan Mavi Bulut Yayınları’nın sahibi Fatih Erdoğan TÜRDAV’ın Ocak-Şubat 1997 kataloğunda ‘Kelepir’ hakkında ‘Mantıcıda Kitap Satmak’ başlıklı bir yazı yayınlatmış. Tıpkı iki sayı önceki Bülten’deki, Erol Toy’un bir yazar olarak yayıncılar hakkında söyledikleri gibi, bir yayıncının da yayıncılar hakkında söyledikleri, yaşamın pratiğinin içinden gelen ağır bir üslupta seyrediyor.
Neden böyle?
Birincisi: Hiçbir yayıncı niye yayıncı olduğunu bilmiyor; ondan önce neden var olduğunu bilmiyor. Yaşamlarında hiçbir iradi yönelimleri yok. AFA’nın ve Kelepir’in başı Atıl Ant, ‘68’de hızlı solculuktan ‘80’lerde ‘O’ dönüp feodal rantı kitapçılıkta yiyen biri. Adamevi’nin başı Memet Fuat, Nazım rantçılığına yıllarca iki seksen uzanıp şimdilerde ölümünün eşiğinde kalan biri. (Ölenin arkasından kötü konuşulur: Tıpkı yazar Çetin Altan’ın, kendisi içerideyken ‘Türkiye’de hürriyet lükstür’ diyen eski başbakan Nihat Erim’in öldürülmesinin ertesi günü yazdıkları gibi.) İnsanlar yaşadıkları kadar ölürler.
İkincisi: Ekonomide bir planlama kurumuna gerek duyuluyor ama kültür alanında yayıncılar için bir planlama kurumuna gerek duyulmuyor (Kültür Bakanlığı kastedilmiyor). Yayıncılar körün fili tarifi kabilinden el yordamıyla karadüzen yol alıyorlar.
Sonuç?
Artık daha olumsuz şeyler söylemek istemediğim için burada susuyorum.
(Son ve bir sayılık atlama için özür.)

·          

2.      Savaşı Yazmak:

Bir savaş nasıl yazılır? Ben bir savaşı nazıl yazarım? Yazı konuları / nesneleri arasında İstanbul, ölüm ve rüyanın yanısıra, savaşı da saymalıydım. Sven Hassel, 2. Dünya Savaşı’nı yazmayı beceren tek yazar (Vladislav Mnacko ve Romain Gary değil; Jerzy Kosinsky Boyalı Kuş’ta beceriye yaklaşır ama romanlarının ana teması yalnızca o eserde savaştır). Öyle ki, örneğin Baskan Yayınları’nın İkinci Dünya Savaşı konulu dizisi gibi, konuyla ilgili tüm yazılanları değiller ve yanlışlar. Demek ki 1960-2060 arası yüzyıllık süredeki yaşanmış üç askeri darbe artı yaşanacak iç ve dış iki savaşı (ömrüm yetmese de) TC’de yazmayı becermiş tek yazar olma aday adaylığı peşindeyim. ‘Siyasi Tarihçe’ başlığı altındaki yazılar, bütün istatistiksel dalgalanma hatalarıyla birlikte, bir savaş öncesi fonunu betimleyecek. ‘Anlamlı ve Anlamsız Göstergeler’ dizisi de, bu veri tabanını denklemlerle ilintileyecek ve/ya boş anlamlı bırakacak. Bu işin dış-nesnel yanı. İç-öznel yanı da; başta savaş olmayanın savaş olandan daha öldürücü olabileceğini yaşayıp yazmak (ki bu bence sosyolojik kültürel mod açısından anti-faşist bir tutumdur ve Charles Bukowski’ye gönderme yapar: Bazıları için savaşla barış pek farketmiyor); sonrasında da (eğer yaşamım yeterince uzun olursa) cephedeki bir savaş muhabiri üslubuyla bir savaş güncesi yazmak olur. 20. Yüzyıl’ın ikinci ve 21. Yüzyıl’ın ilk yarısı, iki dünya savaşı gören 20. Yüzyıl’ın birinci yarısının tersine, yerel ölçekli/ölçütlü savaşlarla geçti ve geçecek. Bize yakın bölgelerde son 20 yılda 20’nin üzerinde yerel savaş oldu + sürüyor. 5 yıl önceki zihniyetim oralarda olup yazmak yönündeydi. Şimdi ise farklı düşünüyorum. Somali ve Bosna deneyleri gösterdi ki bazı savaşlar yazılası değildir; çünkü boş anlamlıdırlar ve/ya tarihin anlamsız yinele(n)melerinden ibarettirler. Özellikle Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü hazırlayan savaşlar üzerine yazılanlar (üstelik Ernest Hemingway, Oliver Reed ve Leo Troçki yazsa da) havada kalmıştır. Kimse gelen TC’yi öngörememiştir. Oysa yeni devletin müstakbel kadrosu, o sıralarda her cephede savaşıyordu; yani o savaşların yenikleri Kurtuluş Savaşı’nın yenenleriydiler.
Anlatıyı kes ve sor: Hala; bir savaş nasıl yazılır? Bir savaşı nasıl yazayım?

·          

3. TC’yi Yazmak:

Birinci TC gerçekten bitti: 1938’de, 1950’de, 1960’ta, 1971’de, 1980’de. Ancak İkinci TC gerçekten başlamadı: 2000’de bile...
Gerçekleşmemiş 2. TC’yi yazmak, geleceği yazmak demek. Geleceği kimler yazabilir? Yazarlar mı, deliler mi, kahinler mi, füturologlar mı, Roma Kulübü üyeleri mi, informatik-kognitif engizitör-faşistler mi?
İkinci TC iç ve dış savaş demek. Güneydoğu sorunu iç savaş demek değil. 5-10 yılda 1 milyon kitlekıyımlı, 5-10 milyon ölüden sözediliyor; trafik kazasından az ölümlü proto-feodal aşiret-devlet (ve aşiret-aşiret artı devlet-devlet) çatışması oyunundan değil. Dış savaş olasılığı ise her yerde var: Bosna, Bulgaristan, Yunanistan, Suriye, İran, Irak, Azerbeycan, Afganistan. Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Kafkasya’da cehennem kazanı kayn(atıl)ıyor. Kurtuluş Savaşı’nı yedi düvele karşı kazanarak kurulmuş TC ise, Kore’nin ve Kıbrıs’ın gösterdiği üzere savaşmayı beceremiyor.
2. TC’yi yazmak ölümümden sonrasını yazmak demek. Astandart nekrografimi bir klein şişesindeki gibi tersi yüzeyde sürdürmek demek. Kitapname’ye bu kadarı sığar mı acaba?

·          

4.      Acı ve Haz ve Kitap:

Soren Kierkegaard, ‘Ya-Ya Da’ adlı kitabında acı ve haz, etik ve estetik olan arasında bir seçim olanağı arar. Franz Kafka, onu okuduktan sonra yanıt verir: Ölümle yaşam arasında bir seçim yoktur. Bunu ‘gönüllü zorunluluk’ olarak tanımlar.
S. Kierkegaard, Batı Avrupa kültürünün yaratımı olan, son 250 yıldır geçerli sosyolojik modun bir ürünü olan burjuvazinin soracağı soruyu, onlardan tiksinmesine karşın, kendi sormuş olur: Entelektüel olup da şöyle güzel yaşanamaz mı acabası? F. Kafka ise, aslında taraftar olmadığı çilecilikle yanıt verir: Acı çeken insan güzeldir.
Ursula Kroeber Le Guin, Mülksüzler’de ‘Şu ya da bu acı dindirilebilir ama Acı’nın kendisi ortadan kaldırılamaz’, der. Burada sorun, acı çekip çekmemek değil, çekilen acının işlevinin olup olmadığıdır. Salya sümük ağlayabilirsiniz veya başkaları sizin acınızın yazdırdıkları sayesinde aynı acıyı alt etmeyi öğrenebilir.
Gerçek başyapıtların tamamı hazlardan değil, acılardan söz eder. Bunun tek bir nedeni vardır: Mutlu ve doyumlu insan durumunu korumak için yalanı seçer. Acı çeken insan istese de, yalan söyleyemez, çünkü öylesi bir durumda yalan söylemler tutmaz. Demek ki gerçek başyapıtlar acılardan yola çıkarak doğru söylemler kurar.
G.W.F. Hegel bilmeden mantıksal kurgu verir: Ya acı, ya da haz (acı değil). Hem acı, hem de haz + ne acı, ne de haz. Bozunum yarattıkları an her ikisi de olumsuz-içkin ayırtsızdır; öteleme yarattıkları an her ikisi de olumlu-aşkın ayırtsızdır.
Öyleyse soru: Hangi acı ve/ya haz başkalaştırır? Ve/ya yazmanın hazzı ölümün acısını iyileştirebilir mi?

·          

5.      Rüya ve Kitap:

Kitap okumak ve yazmak birer düştür. Okurken özdeşleşmek denileni yaşamıyorsan hiç okuma. Yazarken geleceğe ilişkin düşlerin yoksa hiç yazma. Düş kurmak, duygusal kaçış süreci anlamında değil, gerçeklerden daha gerçek tasarımlar yaratmak anlamında kullanılıyor. Söz eylemdir. Düş-ünce eylemdir.
Rüyaları yazmak ve yorumlamak tarihin her döneminde yalan söylemler yaratmıştır. Eski Yunan’da rüyaların gelecek için kehanet içerdiğinin sanılması da, Sigmund Freud’un ödipal rüya yorumları da, balık görmenin açık talih sayıldığı rüya tabirleri de saçmasapandır. Uykudaki rüyaların bir anlamı ve/ya dış dünyada bir karşılığı olması gerekmez.
Bir yalan söyleme karşı açılım olarak S.F. hakkında birkaç deyiş: S.F. Avrupa kültüründe engizitör-rahibin yerini psikiyatriste aldırmıştır. Ataerkildir, küçük burjuvadır, baskıcıdır. Rüyaların bir ve yalnız bir anlamı olduğunu ve onu da yalnızca kendisinin ortaya çıkardığını önesüren bir dogma-tabu yaratmıştır. C.G. Jung’u, A. Adler’i, W. Reich’ı kurumundan tasfiye etmiştir. Acı olan, son 50 yılda onun üzerinde anti-freudist söylem geliştirilmesine karşın, bugün dünyada binlerce psikiyatristin ve milyonlarca hastanın Freud söylemine gönüllü kölelik etmesidir.
Rüyalar, sanrılar, tasarımlar, gündüzdüşleri, hayaller aslında bir istif-toplamdır. Anlamlı bir bütün oluşturdukları da söylenemez. Ortak yanları, dış dünyadan bir duyu-algı uyaranı olmaksızın canlanmalarıdır. Herhalde yapılabilir en anlamlı iş, belirli zamanlarda (50 yılda bir diyelim) tüm insanların seçme rüyalarından oluşma bir ansiklopedi olurdu. Bir rivayete göre bununla uğraşanlar varmış (bir örnek: Korku ile Nefret Arasında, David Grossman, Cep Yayınları, 1992).
Rüyalarımı yazmam, bir ‘Rüyaname’ değil, bir ‘Rüya Yolu’dur. Başı (ilk rüyalarımı anımsayamayacağım için) ve sonu (en son rüyamı ne zaman yazacağım belli olmadığı için) ölçeksiz ve ölçütsüz bir yoldur. Düşüncelerimin tersine, yazılan bir düşün hangi alanda kullanılabileceğini de bilmiyorum; saptayabileceğimi de sanmıyorum. Yalnızca önemli olduğunu sezdiklerimi kağıda geçiriyorum. Öldüğümde bin civarında rüyamı kaydetmiş olurum.
Bir rüyamda bir kitap yazmıştım. Kitap kapağından ‘Sınırlı Şövalye’ diye başlıyordu. Onu yazarken gerçekten okuyordum. Yanısıra düz bir yüzeyde, mızraklı, zırhlı ve atlı bir savaşçı da dörtnala gidiyordu. Kitabın üçte ikisinde, tersine ikiye katlı, yeni bir kapak çıktı. Kitap tersine çevrilip yeniden açılınca, başlığı bu kez ‘Sınırsız Şövalye’ oldu. Rüya ve okuma devam ederken, dışsal uyartılar nedeniyle uyandım. Devamını okuyamadığıma hala üzülürüm.
Yazmak, tasarım anlamında düş görmektir. İnsanlar düşlerini ciddiye almadıkları gibi, yazıyı da ciddiye almazlar. Oysa düşler ve kitaplar herşeyi değiştirebilme gücü taşır. Düş görmek ve yazmak başkalaş(tır)maktır. Evrimdeki mutasyonlar gibi, istisnasal düşlerin ve kitapların varlığı sayesinde, birden çok gelecek mümkündür. Böylelikle biri açmaz ve imkansızlık yarattığında ötekilerine sıçrayabiliriz.
Kitapname, giderek bir rüyaya dönüşüyor. Umarım bir kabus olmaz.


KİTAPNAME : 8


1.      İntiharın Binbir Yolu:

İntihar, fevkalade romantik ve arabesk bir mevzudur: Bilek kesmeler, Boğaz Köprüsü’nden kendini atmalar, kezzap içmeler, vesaire... Kitap yazmak da bir intihar yoludur. Yanlış anladınız: 141’den yargılanıp idam edilmekten söz etmiyorum. Eline kalemi almak demek, varlığındaki küçük insanı intihar, pardon yok etmek demektir; yüzde yüzünü değil tabii ki, maalesef o, fena halde incir çekirdeğine eziyet, kanser kanser, yeniden ve yeniden ürer. Ansızın bir kış vakti gelebilecek komünizm gibi, boşluğunuzu yoklar, üzerinize çullanır. Yahu ben olgunlaşmamış mıydım, demeniz nafile... O nedenle beninize gayet sert vurmanız gerekir: Kafka’nın yaptığı gibi; kesinlikle Joyce’un yaptığı gibi değil. Çıban, üzerinden okşayarak iyileştirilmez. Kangren yarasının oldukça yukarısından budama gerekir. Elbette sakat kalırsınız ama bu dünyada yaşanacak en kötü şey bile, küçük insan olmaktan iyidir.
Kitap yazmak başkalaştırır. Bu da bir intihar yoludur ama hem yok olur, hem de yeniden var edilirsiniz. Evrilen yeni bir türdür ama eski türden (s)ürer. Yazmak ‘homo sapiens sapiens’in intihar yollarından biridir; aynı zamanda başkalaşımı ve evrimidir de...
İntiharın binbir yolu vardır: Tüp gaz solumak gibi. Her zaman yenileri bulunabilir: Patlamayacak bir balona binip uzayda boğulmak gibi. Yazmanın binbir yolu vardır: Milyonlarca kitap gibi. Her zaman yenileri bulunabilir: Kitapname gibi.

·          

2.      İnternet : Söyleyecek Neyiniz Var?

Ursula Kroeber Le Guin’in Mülksüzler adlı bilimkurgu romanında ‘Shevek’ adlı bir bilimci ışık hızından çabuk yol alabilmenin denklemini kurar. Herkes, birbirinden bir çok ışık yılları uzaktaki gezegenler arasında, anında iletişim olanağı yarattığı için hararetle kendisini kutlar. O da sorar: Söyleyecek neyiniz var?
İnternet en yeni teknolojik oyuncak. Herkes, Birinci Sanayileşme’nin başında çevreye davrandıkları gibi, bu kez yapay bir ortama pisliğini dolduruyor. Pornolar, militarizmler (genelkurmay’ımız da İnternet’te), ‘e-mail’le satış reklamları ve daha neler neler... 10 yılda 20 haneli adres şifreleri permütasyonları tüketildi; 100 haneli olsa ne kazanılacak?
Yeryüzünün bütün matbu eserleri internete aktarılsa ne olur? Bir: Bilgisayar ekranı, okumak için ergonomik bir tasarımda değil; yoksa bilgisayarcılar gözlerinden rahatsız olmazlardı. İki: Tarama için ayrılan sürede, gereken bilgi okunmuş olabiliyor. Üç: Okyanustan tasınız kadar su, internetten kafatasınız kadar bilgi alırsınız. İnternet ile beyin olunmuyor, beyin de bostanda yetişmiyor. Bilgi-beyin kolay yollardan değil, zor yollardan geçerek oluşur. Dört: Kağıttan yapılmış bir kitap 500 yıl dayanabiliyor; manyetik alanda kodlanmış sentetik malzemeden üretilmiş bellek diskleri ortalama 5 yıl dayanabiliyor (Bakınız: ‘Scientific American’, Temmuz 1995 sayısı). Beş: Bir kitap 1-10 dolara satın alınabiliyor; İnternet için ise, ortalama 10.000 dolarlık bir donanım altyapısı gerekiyor.
Demek ki insan konuşamayacağı konuda susar ya da internette söyleyecek neyiniz var?

·          

3.      Kalem Nedir?

Kalem nedir?
Kimileri için bir silahtır. Karşıtına, düşmanına, rakibine saldıracağı bir araçtır. Polemiktir, kroniktir, fıkradır. Genç Çetin Altan’ın 40 yıl önceki köşe yazıları gibi.
Kimileri için bir borazandır. Başkalarının düşüncelerini, kraldan çok kralcıca, papağan ezberlemiş gibi, gırtlağını yırtarcasına öttürmektir. Coşkun Kırca’nın resmi devlet tezili dış siyaset yazıları gibi.
Kimileri için bir bilettir. En çok ödeyene verebileceği bir kendini satış aracıdır. Mehmet Barlas’ın on yıldır yaptığı gibi.
Kimileri için hiçbirşeydir. Böyleleri can sıkıntısından yazarlar. Yazdıkça canları daha çok sıkılır. Yazdıkları da incir çekirdeğine eziyet sıkıcıdır. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı gibi.
Benim için bir uzay gemisidir. Dünyayı ve insanı terkedebileceğim ve ışık hızında yol alırken ölümümü unutabileceğim bir dolayımdır; evrimin süreceği bir ortamdır da...
Kalem sizin için nedir?

·          

4.      Kitapname Deneyseldir:

Episodiktir: Parçaların yerinin değişebileceği ve değişik bütünler betimleyebileceği bir devimsellik taşır. Aynı zamanda her parça bağımsız bir bütündür. Toplam, bir istif değildir.
Edebi bir türe dahil değildir. Düzyazıdır. Erkin anlatıdır. Öncü biçim ve içerik prototiplerini dener.
Başlangıcı ve erimi vardır ama arayolları belirsizdir, özgürdür, raslantısaldır, kaotiktir, an-anarşisttir.
Gönüllü bir denek-deneyci simbiyözü zihnin deney laboratuarlarından ve atelyelerinden biridir. Biyografisinin (aslında astandart nekrografisinin), yerzaman tarihçesi tikeli ve tümeliyle ilintilerini de gösterir.
Ölüme ilk bakışta aşk duyar. Sonra onu terkeder. Ölürken yaşatmaya çabalar.
Bağlanmaz. Ayrılır, çözülür, kopar. Ma’dır: Eksi uzayzamanlıdır. Sonsuz yokoluştur. İçinde geleceğin gerçekleşeceği olanaklardır.
‘Quod libetique’tir: Serbest tartışmayı izler. ‘Aporia’dır: Güçlükleri gönüllü seçer. Velvelenin karabatağıdır: Temel izleği sonsuz küçük parçalarda ezgiler.

·          

5.      Yazar ve Kitap Denklemleri:

Sven Hassel = İkinci Dünya Savaşı
Charles Bukowski = Alkol
Sylvia Plath + Diane Arbus > Ursula Kroeber Le Guin + Susan Sontag
(veya)
(Dişi - başarısız - ölü > Dişi - başarılı - diri)
Leyla Erbil > Oğuz Atay
Ahmet Hamdi Tanpınar + Oğuz Atay = Beyhude + Nafile
Orhan Pamuk = Agnostizm
Çetin Altan = 10.000 x Epsilon (kırk yıl aynı yazı)
Fyodor Dostoyevski = + epsilon (yaşama bir nebze teselli)
Sevgi Yenen > Özdemir Nutku + Başar sabuncu + Mümtaz Soysal (= 3 koca)
Tezer Özlü > Erden Kral (= 1 koca)
Sevim Burak (= azınlık) > TC (= çoğunluk)
Aristo + Euclid + Newton = 2.500 (geçmiş) + 250 (gelecek) yıl (+ Avrasya)
Ahmet Arif < Hasretinden Prangalar Eskittim (veya)
Ahmet Arif = Hasretinden Prangalar Eskittim – (2 x Enver Gökçe)
Franz Kafka > Soren Kierkegaard
Polonya’da Bir Kuş Vardı < Boyalı Bir Kuş (veya)
Romain Gary < Jerzy Kosinski
Ursula Kroeber Le Guin > İsaac Asimov (ama)
Tehanu < İşte Tanrılar’ın ikinci bölümü (büyük olasılık Asimov’un karısınca yazılmış)
Maddi Uygarlık : Ekonomi ve Kapitalizm > Kapital
(veya)
Fernand Braudel > Karl Marx
(Kemalettin Tuğcu = 400) > (100 = Aziz Nesin)
G. < Yaşam Başka Yerde
(veya)
John Berger < Milan Kundera
Çöp ve Aşk < Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
(veya)
İvan Klima < Milan Kundera
Franz Kafka > Jerzy Kosinski + Milan Kundera
İstanbul 2000 > (250 x Türk yazarı)

·          

6.      Yazar ve Kitap Kokteylleri:

Sven Hassel’in 13 cildinden birini ve Charles Bukowski’nin ‘Ekmek Arası’sını birlikte çalkalayın. TC 2000’de cehennem sıcaklığında için. Çıldırmazsanız, iyi savaşır ve iyi sevişirsiniz.
Bir ölçü Oğuz Atay’ın ‘Bir Bilim Adamının Romanı’na, bir ölçü Ahmed Hamdi Tanpınar’ın ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü katın, üzerine acisso ve hardal sepeleyin. Kusmazsanız, Samuel Beckett’in ‘Godot’yu Beklerken’ine güldüğünüzden daha çok gülersiniz.
Ferhan Şensoy’un ‘Bilumum Haneler’de yazdığı bölüme, ‘Ferhangi Şeyler’ini ekleyip az buzla ve bol tuvalet ispirtosuyla; Tarık Buğra’nın ‘İbiş’in Rüyası’sı ve İsmail Dümbüllü’nün doğaçlamalarından biri karışımındaki rengi yakalayıncaya dek çalkalayınız. Tuluat ve ortaoyunu arası bir lezzet kazanmışsa, yutkunarak yudumlayın. Güldürürken ağlatır.

·          

7.      Yazı ve İktidar:

Baş ol da, isterse soğan başı. Herkes iz bırakmak ister, kimi yaş betona ayak basar, kimi kitap yazar. Baş olma çabası olsun, iz bırakma çabası olsun, birer iktidar talebidir.
Toplumların her yerzamanda bir düzeni olagelmiştir. Bu düzenler ilkede hiyerarşik bir yapıdadır ve yöneten-yönetilen ayrımını içerir. Hiyerarşinin üst sıralarındakilere ve yönetenlere genelde ‘seçkinler’ denir. Bunlar teknokrat, teokrat, gerontokrat, vd olabilirler ama pek demokrat olmazlar; yani iktidar kendiliğinden baskı düzeni kullanımı demektir.
Yazan biri, okunmak ve öne sürdüğü düşüncelerinin kabulünü ister. Bu talep, ‘empoze’ düzeyine varıyorsa, yazar iktidar peşinde demektir. Yazı soyut, kognitif, informatik bir iktidar sağlayabilir ve bu İkinci Sanayileşme’nin iktidar düzeni olacaktır. Yazdıklarınıza inananların zihinlerini yönetiyorsunuz demektir. (Bu anlamıyla yazmak kendiliğinden bir ‘yönetme’ eylemi içerir.) İlk kezinde ikna ettikleriniz, devamındaki metinlerinize de inanacaklardır. Bunun (an-anarşizm, yani asla biri adına – yerine - için düşünmemek açısından) panzehiri, yazıya sürekli brechtçi-yabancılaştırma ögeleri katmaktır. Kendi hesabıma bunu uygulamaya çabalıyorum. İktidarsız değilim, yalnızca kölelikten nefret ederim.

KİTAPNAME : 9

1.      Eleştiri Yazmak:

Nurullah Ataç demiş ki: Eleştirmen geçici olduğunu bilir, oysa yazar kalıcıdır. Yanılmış. Fyodor Dostoyevski denli, onun biyografisini yazan eleştirmen Eric Hawlett Carr da kalıcıdır. İvan Gonçarov’un ‘Oblomov’u denli, Herzen’in ‘Oblomovluk Nedir?’i de kalıcıdır. Nazım Hikmet denli, onu derleyen ve eleştiren Asım Bezirci de kalıcıdır. Ancak Orhan Pamuk’un ‘Kara Kitap’ı denli, hakkında çıkan eleştirileri derleyen kitap da kalıcı değildir. N.A. kalıcı mıdır? Değilse, eleştirmen olduğu için değil, kötü yazar olduğu içindir.
Kitapname başlangıçta, yaklaşık yüz kitaplık bir eleştiri bölümü de içeriyordu. Şimdi ise o bölüm, yeni baştan derlenecek bir listeyle bağımsız bir kitap olabilir durumda; 10-20 tür-başlık için 1’er - 10’ar yazar / kitap seçilmeli. Bir de, çoğul okumalar var (‘Bukowski ve Kadınlar’, ‘ABD’li 4 Kızkardeş’ ve ‘TC’li 3 Kızkardeş’ gibi) ki o da ayrı bir dizi hacmine sahip (ki başlığı Zanaat-ül-Kıraat olacak).
Demek ki; ya ortalama her on parçadan biri belirli bir kitap eleştirisi olacak, U.K. Le Guin’in ‘Mülksüzler’i üzerine olduğu gibi; ya da bir yazarı genelde irdelemek olacak, ‘Kafka’yı Yazmak’ta olduğu gibi.

·          

2.      Engizisyonlar ve Rönesanslar:

Her kültürel modun kendine özgü engizisyonları ve rönesansları vardır. Köleci modun engizisyonu, Spartaküs başkaldırısı ve toplukıyımıdır. Feodal modun Hristiyan (Avrupa 12. Yüzyıl) ve İslam (Ön Asya 11. Yüzyıl) engizisyonları ve rönesansları (sırasıyla Avrupa 14. Yüzyıl ve Ön Asya 11. Yüzyıl) olmuştur. Sosyolojik modun engizisyonu faşizmlerdir; 1930’ların Alman Nazizmi ve Japon Faşizmi gibi.
Rönesanslar ve engizisyonlar yer ve/ya zaman açısından ardışık değildir. Birbirlerini doğrudan izlemezler ve önce gelen yoktur. Avrupa, feodal modda, 12. Ve 18. Yüzyıl arasında, değişik yerzamanlarda 4 rönesans ve 4 engizisyon yaşadı. Ön Asya feodal modda, rönesansı ve engizisyonu 11. Yüzyıl’da eşlenik olarak yaşadı.
Sosyolojik modun ilk rönesansı, 18. Yüzyıl’da Avrupa’da yaşanmış Aydınlanma Çağı idi. Gerçekleşmiş son engizisyonu, 2. Dünya Savaşı ve ardından gelen 45 yıllık Soğuk Savaş dönemiydi. İkinci Sanayileşme’nin ilk engizisyon belirtileri de, reklamlar, medya ve Holywood sineması gibi olgular aracılığıyla aynı dönemde gözlendi. Ayrıca, gerçek sonul engizisyonu da galiba henüz yaşanmadı. Bu; 100 yerel savaş olabilir, neo-etnisizm ve şeriatçılık görüngüleri olabilir, nükleer bir son olabilir. Çevre ve nüfus sorunu olamaz; açlık ve enerji sorunu 2025-2075 arasında iki yok etmeyici kriz biçiminde olabilir.
Yazarların / sanatçıların tamamına yakını; rönesanslarda, aydınlanma çağlarında, yeni kurulmuş cumhuriyet dönemlerinde nitelikli eserler verirler. Tarih bunların örnekleriyle doludur. Bunlar, tarih yükselirken ilerler, tarih inerken gerilerler. Bakınız: 20. Yüzyıl Türkiye’si.
Bazı yazarlar / sanatçılar ise, engizisyonlarda nitelikli eserler verirler. Resim alanında, Ortaçağ’da Avrupa’da yaşamış 3 usta örnek vardır: Albrecht Dürer (1471 - 1528), Hyerenomyus Bosch (1450 - 1516) ve Pieter (Yaşlı) Bruegel (1528 - 1569). Cehennemin ortasında insansal budalalıkları resmetmişlerdir. 20. Yüzyıl’ın kıyameti 2. Dünya Savaşı’nı bir Alman askeri olarak yaşayıp 13 ciltte yazmış Sven Hassel ise, sosyolojik moddan bir örnektir.
Tahmin edilebilir: Ben 21. - 23. Yüzyıl’ın engizisyonlarının, cehennemlerinin ve karanlıklarının yazarıyım.

·          

3.      Yazar ve Dil:

Bir tekerleme: Bizde bize biz derler. Sizde bize ne derler? Yanıt: Çuvaldız. Bir anonim deyiş: Güneşin altında söylenmedik söz yoktur.
Bir yazar neyi, nasıl, nerede, ne zaman yazacağını baştan bilmek zorundadır ama muhakkak öncü (: avantgarde), deneysel (: experimental) veya köktenci (: radikal) davranmak zorunda değildir. Ancak o zaman da, binlerce kez söylenmiş şeyleri yeniden gevelediği için, dış kapının mandalı yerine konmaya katlanmalıdır (belki de aslında hiç yazmamalıdır). Yaşar Kemal gibi, 21. Yüzyıl’da köy romanı yazıp da, Nobel edebiyat ödülü almayı ummayı ancak bizim ülkeliler becerir.
Bir yazar, bize biz mi, yoksa çuvaldız mı diyeceğini ve güneşin altında yeni/farklı birşeyler söylemeyi isteyip istemediğini ve bunu becerip beceremeyeceğini (bize tığ diyebilir ve/ya onu tığlaştırabilir) baştan bilmek zorundadır.
İnsanlar, pilot olmadıkça bir uçağı kullanamayacaklarını rahatça kabul ederler ama kalemi eline alınca hemencecik yazar olunamayacağını pek kabul etmezler. Moliere’in ‘Kibarlık Budalası’ndaki sonradan görme gibi, hep nesir eylediklerini sanırlar.
İnsan, nasıl iyi yazacağını, diğer birçok iş gibi, yanlış yapa yapa öğrenir. Sorunsal, gözardı edilebilir hatalılığa ne zaman ulaşıldığındadır. (Her A4 boyutlu sayfada 50-100 hata yapan akademisyenlere, redaktör olarak ne diyeceğimi bilemiyorum.) Türkçe’nin diğer diller arasında kritik bir konumu var. 100.000 sözcüklük dağarının üçte biri Asya dilleri (Arap Alfabesi ile yazılan Farsça ve Arapça), üçte biri Avrupa (Latin Alfabesi ile yazılan Fransızca ve İngilizce) kökenli; üçte biri ise (alfabesiz ve artık kullanılmayan alfabeli durumda) son 50 yılda yoktan var edildi. Bu; ya mükemmel bir sentez (ki henüz örneği yok), ya da manda dışkısı kıvamında bir sözcük istifi demek. Dilimiz; anlambilimsel, sözdizimi, yapıbilimsel açılardan yazarlarca çarpıtılıyor.
İnsan neyi yazacağına, nasıl yazacağından zor karar verir. Sanıldığı gibi, her konu, her yaşta, her kültürde, her yeryazamanda yazılabilir değildir. Yazar, hiç ayırdına varmaksızın 50 yıl boyunca aynı şeyleri tekdüzcece yineliyor duruma düşebilir, gazete köşe yazarları gibi. ‘Vatan kurtarma’ geyiği, uzay gemilerinin atmosfere belli açıyla girme zorunluluğu gibi, yazma önkoşulları olan bir konudur, yoksa yanarsınız. Ona bakılırsa, Reha Muhtar da vatan kurtarıyor, birbirlerini vuran MHP’liler de...
İyi bir yazar olabilmek, yeni bir konuyu eski bir dille ve/ya eski bir konuyu yeni bir dille yazabilmekle mümkündür. Yeni bir konuyu yeni bir dille yazabilirseniz, hem güneşin altında söylenmedik bir söz etmiş, hem de gülün adını değiştirerek kokusunu da değiştirmiş olursunuz.
21. Yüzyıl’ın yazarı; konusu, dili ve yazarlığı üzerine düşünen ve yazan biri olacaktır. Bunlar önkoşuldur, varış menzili değil...

·          

4.      Marjinallik ve Yazarlık:

Aydınlanma Çağı’ndan beri sanatçı, toplumda marjinal (: sınırda) bir kişi olarak kabullenilmiş. Marjinal, normal olmayandır. İstatistiksel normal, eldeki nüfusun % 95’ini kapsar. Kalan % 5, kullanılan ölçüte göre değişmek üzere, anormaldir. Bu anormalliğe biraz ‘egzantrik imaj’ (erkeğe küpe ve kadına mor saç filan gibi) katınca, marjinal sayılabilirsiniz. Oysa gerçek marjinaller; kronik kriminaller, deliler, kamikaze teröristler gibi, değil normal-anormal arasındaki sınırı, ölüm-yaşam arasındaki sınırı bile göremeyen, takmayan, parçalamayı deneyen ‘ontik’ paradokslardır.
TC’de yazar, fena halde normal olagelmiş. Tam ‘salla başı, al maaşı’ kılıklı ‘morg bekçisinden daha az libidolu’ insancıklar, ‘halk düşmanı’ marjinalliğinde sayılmış. Sait Faik, D Grubu sergisindeki durumu, ‘kravatı biraz sağa kaysa, başkaldırdığını sanan zihniyet’ olarak tanımlıyor.
1980 darbesi, bir çok alanda olduğu gibi, bu konuda da kendi kalesine gol attı. Yarattığı aksiyolojik vakum (‘değer yok(sun)luğu’ diye de tabir ediliyor) İstanbul’u, New York gibi, zencili ve gökdelenli yaptı. Dolayısıyla Abdullah Sokağı’nın eski müdavimleri, mayoz bölünmeyle kolayca çoğaldılar. Silopi’ye sürülen Afrikalılar, orada Kürtler’e uyuşturucu sattılar. Köprü6 Kemancı, önce Taksim’e taşındı; ardından rakbarlar Beyoğlu Emniyet Amirliği’ne komşu oldu. Milli teröristimiz Ağca’nın yanısıra, Avrupa’ya bol miktarda uyuşturucu ihraç eder olduk. Böyle bir ortam; en bi’ marjinal yazarlar, çingen’ Metin Kaçan ve ‘eyç’ gazisi Kanat Güner’i pazarda çok satar kıldı. ‘Kargalar çalarak yaşar’ özdeyişinin umcidi (Kemal <Gökhan) Gürses> (lümpen eski Fırt ve ilerici Cumhuriyet çizeriyken ayrı adlar kullandı) şimdilerde, tükettiği yarıyolunu gazetelere çizerek pazarlamanın konformizmini yaşıyor. Bunların okurları kuşkusuz, ‘kılavuzu karga olanın burnu boktan kurtulmaz’laşacak.
Konuya henüz girmemişken bilerek kesip boşta bırakıyorum. (Hadi bakalım: Bu da sürecek.)

·          

5.      Yazın ve Diğer Sanatlar:

Dünya’da yıl 2000’de 9 temel sanat var sayılıyor: Yazın, müzik, dans, tiyatro, mimari, heykel, resim, fotoğraf, sinema. Eski Yunan’da M.Ö. 500’de 6 temel sanat var sayılmıştı: Şiir, müzik, tiyatro, mimari, heykel, retorik. (Sinemanın yedinci sanat sayılması bu nedenledir.)
Sayıları kaç kabul edilirse edilsin, belli yerzamanlarda belli sanatlar daha çok öne çıkmıştır; Afrika’da çağlar boyunca dans ve müzikte olduğu gibi. Modern dans, tarihçenin kültürel durumuyla bağlantılı olarak, 20. Yüzyıl’da iki faşist ülkede, Avrupa’daki Almanya’da ve Asya’daki Japonya’da öne çıktı (yani en özgün ve mükemmel eserler adı geçen yerzamanlarda üretildi). 20. Yüzyıl’da ABD; pop müziği, Holywood sineması ve modern resimle, sentez yerine bayağılaştırılmış istif kültürünü görüngüledi. İnsan suretinin günah sayıldığı Osmanlı İmparatorluğu’nda, hat (yazı resmi) yüzyıllarca baskın sanat oldu.
Kültürlerin ilerleme dönemlerinde belli sanatlar, diğerlerinden daha çok ‘hal-i hazır’ı temsil eder. Avrupa’daki rönesanslarda resim bu işlevi yerine getirdi. 20. Yüzyıl’da ise, öncülük ve dilegetirim açısından dans ve sinema, popülerlik ve bayağılık açısından ise müzik ve sinema öne çıktı. Sinema, hem en yeni sanat dalı olarak, hem de aynı anda kültürel dip ve doruk konumda olarak, önümüzdeki 250 yıl boyunca, sanatsal gündemde başı çekmeyi sürdüreceğe benziyor.
Yazı, yaklaşık 6.000 yıllık bir geçmişe sahip. En eski edebi metinler ise yaklaşık 3.000 yıllık. Yazının bugünkü yaklaşık 20 dalından (öykü, roman, eleştiri, vd) çoğu, son 250 yıla takvimlendirilebilir. Yalnızca şiir, neredeyse yazının icadından beri var. Bunun, şiirin ilkelliğine mi, yoksa köklülüğüne mi kanıt sayılacağı tartışmalı kalır (her ikisi de birarada olabilir).
Yazın, diğer sanatlarla en çok arakesite sahip sanat dalıdır. Oyun dalıyla tiyatro ile, libretto dalıyla dans ile, senaryo ve sinopsis dalıyla sinema ile ortaklık taşıyor. Müzik bir ötedil olan notasyonu, mimari ve heykel cismaniliğiyle, fotoğraf saltık görselliğiyle yazından yalıtık durumda. Yine de bu dallardaki eserler üzerine eleştiri yazmak da, yazının dalları arasında yer alıyor.

·          

6.      Takma Ad (:  Mahlas) ve Yazar:

Bir yazar neden takma ad kullanır? Cezadan kaçmak için, estetik nedenlerle (özellikle Osmanlı padişahları); birden çok kez tarihe geçmek istediğinden, şizofren olduğundan ve/ya birden çok kişi birlikte yazdığından dolayı olabilir.
Portekiz’li bir yazar 40’ın üzerinde takma ad kullanmış; amacı çoğullukmuş. Aziz Nesin, Nazım Hikmet, Kemal Tahir (ki bunlar da tam veya hakiki, kimlik kağıdında yazan, adları değildir), cezadan kaçınmak veya yalnızca ekmek parası için, onlarca takma ad kullanmışlardır; hatta bazılarını kendileri bile unutmuşlar.
Aslında, tam ve/ya asıl (anababamızın verdiği) adın anlamı nedir ki? Bir çok kültürde çocuklar, belli bir yaşa gelmeden (ki bu genellikle ergenlik yaşıdır) veya belli koşulları yerine getirmeden (ilk aslanını avlamak gibi) adsız kalırlar. Kimi toplumda ana ailesi adı taşınır, çoğu kültürde baba ailesi adı taşınır. Çağdaş hukukta soyadı değiştirme hakkı vardır. Bir arkadaşımın babası ticaretle uğraşacağı için, mahkemeye başvurup ‘Zorba’ olan soyadını değiştirmiş, on sekiz yaşını geçmiş olan arkadaş da aynı soyadını taşımak için babasına uymuş.
TC’de; Nazım Hikmet Ran’dır. Tarık Dursun Kakınç’tır, Mehmed Kemal Kurşunluoğlu’dur; Ümit Kaftancıoğlu Garip Tatar’dır, Samim Lütfü Ali Sirmen’dir, Sadık Özben Murat Belge’dir. Dünya’da; Trevanian adlı bir yazarın varlığı kuşkuludur (birden çok gölge / hayalet yazar sözkonusu gibi, şerh: Tek kişi çıktı), B. Traven onun üzerinde, hiçbiri B.T. olmayan, pasaport / kimlik adı taşımış biridir, Jack London gayrımeşru bir çocuk olduğu için babasının soyadını taşımaz.
Şimdiye dek, 15-20 kez yazım yayınlandı. Hepsinde kendi (aile) adımı kullandım. Ancak tasarım takma adlarım vardı. Öykü için Bilge Can, düşün denemeleri için Zihni Diri, vd. Hiçbirini kullan(a)madım. Sanırım, bundan sonra ölene dek yalnızca Reha Ülkü’yüm. Bu kez de tam tersine, gerçek > tasarım olarak, R.Ü. çok-yazarlaştı. Takma adın yerini dizi/kitap başlıkları alıyor. Örneğin İstanbul Serserisi sokakçı ve argocu, Kara Kitap Deli, Beyaz Kitap dahi sanal-ben-cik-ler demek...

·          

7.      Putları Yıkmak:

Tanzimat ertesinde Osmanlı’da Divan Şiiri’nin putunu Edebiyat-ı Cedide’ciler, onların putunu Yedi Meşaleciler, onların putunu Beş Hececiler, onların putunu Garip akımı, onun putunu Birinci Yeni, onun putunu İkinci Yeni yıkmış. 100 küsur yıl boyunca şiirde yeni bir şey yapmak, kendinden öncekini baba sayan isyankar evlatvari bir ataerkil hiyerarşi izlemiş.
Nazım Hikmet 1935’te Resimli Ay mecmuasında ‘Behey Maça Beyi’ şiiriyle Yakup Kadri Karaosmanoğlu putunu, ‘Putları Yıkıyoruz’ başlığıyla yıkma girişiminde bulunmuş. Kızının, ‘bir şey yapmayacak mısınız efendi baba’ serzenişine Y.K.K. ‘fena mı kızım, onun sayesinde tarihe geçtim’ yanıtını vermiş. Bugün her ikisi de, Türk Edebiyatı’nda kendi yerlerini almıştır. Aynı N.H., 25 yıl kadar sonra, yurtdışında sürgünken, aynı durumda olan Sabiha Sertel’e ‘biz gereksiz yere sekterlik ettik’ demiştir. Nazım’ın putunu Vera yıkmış, üzerine de firaklı bir mezartaşı oturtmuştur; 32 yıldır da üzerinde keyifle oturuyor.
Gerçekte kimse kimsenin putunu yıktı mı? Bu verimsiz çekişmelerden hiç başyapıt üretildi mi ki? Yoksa ortada dön(dürül)en, yalnızca bulanık suda balık avlama oyunu mu? Bence hiçbir putun yıkılmak istendiği yok. Tersine, herkes kendisi put olmak peşinde. Herkes edebiyat tarihinde adından söz edilmesini istiyor, ama şöyle ama böyle. Daha doğrusu herkes cicili bicili bir mezartaşı hayali taşıyor. Kimsenin başyapıt üretmek için emek harcadığı yok. ‘Dedim ki’lerle, ‘dedi ki’lerle beyhude + nafile debelenmeler bunlar yalnızca...

·          

8.      Burjuvaziyi Yazmak:

Kentler, on bir bin yıllık tarihi olan yerleşme merkezleridir. Daima, kültürel yoğunlaşmaların en çok olduğu bölgeler olagelmişlerdir. Site, polis, burg, abad, grad, şehir gibi bir çok farklı adlar taşımışlardır. Bugün Avrupa’da hala ‘-burg’ son ekini taşıyan bir çok kent vardır: Strasburg ve St. Petersburg gibi. Hemen hepsinin kuruluşu Ortaçağ’a dek uzanır. Oysa, etimolojik olarak burgdan türetilmiş burjuvazi sınıfı, 1789 Fransız Devrimi’nden ve/ya Birinci Sanayileşme’nin başlamasından hemen sonra oluşmaya başlamıştır.
Daha önceki kültürel mod (: feodalite) döneminde iki temel sınıf vardı: Senyörler ve serfler. Esnaf ve zanaatkar kesimi ise, 11.000 yıldır vardı ama sınıf tanımına uymadıkları için gözardı ediliyorlardı. Oysa, esnaf ‘ticaret’, zanaatkar ‘sanayi’ prototipidir. Burjuvazi de, esnafın en palazlanmış konumundaki büyük tüccarlardan ve kitlesel üretime geçebilen, yani sanayicileşebilen zanaatkarlardan oluştu. Ayrıca, yine gözden kaçan bir nokta da, kapitalizme ait addedilen ‘çok uluslu şirketler’in, özellikle Alçak Ülkeler’de, 1900’lerden çok önceleri, 1600-1800 yılları arasında oluşmuş olmasıdır. Bunların göreli büyüklüğü (eğer nüfus ve kapital akış hızı için 1:10’a katsayıları kullanılırsa), bugünkü Exxon’u ve General Motors’u geçerdi. Dolayısıyla burjuvazi, varsayıldığı gibi, yoktan var olan bir sınıf değil, göreli ve raslantısal koşullarda sınırlı yerzaman aralığında ‘baskın’laşmış bir oluşumdur; Osmanlı’daki 500 yıllık ‘ulema’ da öyleydi, 2.000 yıl aynı üniformayı giyen çinli katip-bürokratlar da...
Bunlar, sorunsalın teknik / nesnel yanları. Öznel bakış açısından ise burjuvazi, kötülük simgesi, ahlaki açıdan bayağı, sömürgen, vd bir sınıf olarak tanımlanıyor. Ondan sonra da, Karl Marx da dahil, herkes sınıf atlayıp burjuva (ya da özel deyimiyle rantiye) gibi yaşamak peşinde koşuyor. Ne demişler: İmamın dediğini yap, yaptığını yapma.
Tarihte atom-element, ‘hava-ateş-su-toprak’tan (yani aslında insan türünün sınırlı olduğu özel koşullarda maddenin 4 temel fazından) başlayıp, 7 temel element (aslında, kurşun, altın, gümüş, civa, bakır, demir, çinko olmak üzere temel metaller) tanımlarına dek hep simyagerce tanımlanageldi. Ancak 20. Yüzyıl’da Mendeleyev, Periyodik Tablo’yu (bilinen 10 küsur elemente karşın, 92’sini de tasarlayıp) tanımlayarak maddeyi kimya paradigmasına informatikçe yükseltgedi. Sınıfları ya da toplumsal öbeklenmeleri tanımlamada ise, hala simyager dönemdeyiz.
Burjuvazinin tanımının yanısıra, sorgulanmayan başka bir varsayım da, her bireyin bir kategoriye ve/ya sınıfa aitliğidir. Matematikte bu, skolastik küme kuramının statik tanımlarına denk gelir. Oysa 1970’lerde, Muğlak Mantık başlığıyla, bir öğenin bir kümeye % 0-100 arası (tıpkı olasılık gibi) oranlarda aitliğine dayalı bir küme kuramı tasarlanmıştır. (Aynı mantığa dayalı mimariyle yapılan entegre devreler sayesinde buzdolapları, kullanıcılarının alışkanlıklarını öğrenip en az enerji kullanımını sağlamaktadır.)
Kuşkusuz sözün gideceği yer belli: İnsanlar belli sınıflara % 0-100 oranda aitler + ben herhangi bir sınıfa % 0 aidim. TC 2000’de hangi toplumsal kesimler, pardon sınıflar var? Önce iktidar seçkinleri: Medyatörler, işadamları (TOBB, TÜSİAD, İTO, İSO mensupları), siyasetçiler, ordu (yalnızca subaylar kastediliyor) ve entelejensiya (entellektüeller kastedilmiyor). Ardından ‘ortadirek’ denilenler: Esnaf, zanaatkar, memur, hizmet sektörü erbabı. En son da proleterya: İşçi, çiftçi ve lümpen proleterya (özellikle sayıları çok hızlı artan büyükkent serserileri). Peki: On milyon evkadını hangi sınıftan; koca emeğini sömürmek hangi kategoriye girer?
Sınıf kökeni, ebeveynden çocuğa % 100 kesinlikte aktarıl(a)maz. Babam deniz astsubayıydı, annemse evkadını. Çalışırken aldığı maaşla 25 yıl ailece süründük; şimdi 19 yıldır aldığı emekli maaşıyla isterse sınıf atlayabilir. (Öğretim düzeyleri, sırasıyla lise ve ortaokul; benimkiyse üniversite üstü.) Yıllık gelirleri şu an adam başı 3.500 dolar (giderleri adam başı 1.000 dolar civarında olduğu için rant oluşuyor, buna kendi emeğini sömürmek mi diyeceğiz?). Benim son on yılda yıllık gelir ve giderim ortalama 500 dolardı. Şimdi ise, 10.000 doları nakit, 10.000 doları envanter olmak üzere, yıllık gelirim 20.000 dolar. Sanılacağının tersine; arabam, cep telefonum, televizyonum, bilgisayarım, çamaşır makinam, buzdolabım, müzik setim yok. 37 yaşındayım ve yaşamımda ilk kez, yalnızca bir aydır ‘ev bir ev’de oturuyorum. Kuşkusuz bunlar, benim sınıf-sal-sız bakış açımı belirliyor. Yoksa bana ‘lümpen küçük burjuva’ der, geçersiniz.
Beni ‘sınıfsız’ yapan bunlar da değil. Herhangi bir sınıf kült(ür)ünü, bu arada burjuvazininkini de, benimsemem: Televizyon seyretmem (hiç), maça gitmem, camiye gitmem, mitinge katılmam, kahveye gitmem, oy vermem, vergi vermem, meyhaneye gitmem (ama tek başıma çok içerim), evlenmem, çocuk yapmam. Hiçbir toplumsal kuruluşa üye değilim: Rolüm ve statüm yoktur. Aslında ‘deli hiçliği’ karasularında sayılırım ama bunun olağan dilde pek izdüşümü yok.
Tüm sınıflar gibi, burjuvaziden de sıkılırım. Mülkiyetçilikleri, yaşamı olduğu gibi kalan bir fare kapanı kılmaları, acaip sıkılmaları ama herkesi kendileri gibi olmaya özeniyor sanmaları, ilah nedeniyle kusturasıya tiksindiricidirler. Burjuvaziyi yazmak, onu ve sınıflılığı değillemektir ama bu yalnızca ilk eylem momentidir.

·          

9.      Kitapname’nin Geometrisi:

Kitapname’nin geometrisi, rübik kübü topolojisindedir. Rübik kübü, her yüzünde (3 x 3 =) 9 kare bulunan bir oyuncaktır. Kareler 6 çeşit renklidir. Amaç, her yüze aynı renkteki kareleri toplamaktır. 3 kareli çizgi örüntüler de elde edilebilir. Farklı Kitapname parçaları farklı sıralarla okunurlarsa, böylesi farklı anlam örüntülerine ulaşılır. Kitapname, aynı zamanda anahtarı üzerinde saklı ahşap kutular gibidir. Doğru noktalara temas gerekir; yoksa kilidi (düğümü de denilebilir) açamazsınız.
Mecazı biraz daha ilerleteyim: rübik kübünün her yüzünü, aslında ‘n’ yüzlü bir polihedron kılalım; yani her tek renk, aslında ‘n’ renk olabilsin. Bu; tonlama, nüans, küsurat demektir. Kitapname’deki paragraflar, tümceler, sözcükler, koşutu eşleniklerle değişince, tıpkı polihedronun yüzlerinin döndürülebilmesi gibi, farklı anlam göndermeleri kazanılır.
Kitapname kuşkusuz klein şişesi geometrisindedir. Bir siklototronda, ışık hızına (maddesel sonsuz limitine) yaklaşabilmek için, yolunun sınırlı-sonlu bir hacim içine, yani çember biçiminde, kendi üzerine / içine bükülmesi gerekir (kromozomlar da DNA’ları aynı biçimde limit sonsuz sayıda içerebilir). Klein şişesi geometrisi, hem bu limit zihin hızını sağlar, hem de bir (+), bir (-) veya bir var-lık, bir yok-luk durumunu yaratır (çünkü bir boyutta artı, bir boyutta eksi burguludur). Böylelikle olunan yerde dururken, yazar da, okur da, sonsuz-metinsel yol katedebilir.

·          

10.  Post-Modernizm’i Yazmak:

‘Modern dönem’ denilen, 19. Yüzyıl’ın sonu ile 20. Yüzyıl’ın başı arasında, uzunluğu üzerinde anlaşma sağlanamamış bir süreydi. Bu dönemde, bütün bilimlerde ve sanatlarda limit sonsuz görünen bir ilerleme vardı. Kuantum Fiziği’nden Kübizm’e dek, bir çok kültürel devrim oluştu. Sonra ardından, o zaman henüz ikincisi olmadığı için, ‘Birinci’ denmeyen Büyük Savaş geldi. Savaş bittiğinde, kıyametten sağ kurtulunmuş havası doğdu. Modernist eğilimler sürdürülmeye çabalandı. Sonra asıl Büyük Savaş geldi. Savaş bittiğinde, 450 yıldır dünya egemeni olan Avrupa da bitmişti. Artık dünya egemeni ABD idi. Onunla birlikte post-modern dönem başladı. 1990 dönüşümleri, henüz tarihçe bilincine varılmamışsa da, bu dönemi de bitirdi. 45 yıllık dönem, siyasi açıdan ‘Soğuk Savaş’ denilen bir nitelik taşıdı: Herşey, ABD-SSCB karşıtlığına dayandırıldı.
Burada birçok anlamsal kısadevreler ve ikilemler var. Post-modernizm tanımı, asla ilkede SSCB’yi içermedi. Oysa onun vatandaşları da, aynı elbiseleri giyiyor, aynı müziği dinliyor, hatta aynı televizyon dizilerini seyrediyorlardı. Varlığı ‘kültürel dekadans’ (: bozunum) demek olan ABD, Amerikan tarzı yaşamı barbarca dünyaya şırıngalıyordu. Andy Warhol ressam, Elvis Presley müzisyen, reklamcılar yazar, Holywood’dakiler yönetmen sayıldı. Herşey ‘imaj’ kılındı. Konformizm hem aşırı yüceltildi, hem de aşırı basitleştirildi. Amerikalı bir dolar milyarderi, ‘kredi kartı kullanmayan herkes komünisttir’ demiş (bakınız: Jürgen Habermas’ın bu dönemi inceleyen makaleleri ve kitapları). Ray Bradbury; hem bir karşı-ütopya olan bilimkurgu romanı ‘Fahrenheit 451’i, hem de bir Holywood yüceltmesi olan ‘Deliler Mezarlığı’nı yazdı: İlki, değillenen bir kara-teze anti-tez ararken, ikincisi aynı tezin karşısında Lale Devri’ni (iç bade, sev güzel, kabilinden) bir tutum sergiler. Evet: Eski düzen çözülüyordu ama yeni düzen oluşmuyordu (2000’ler için tezgahlanan ‘Yeni Dünya Düzeni’ tutmayacak, çünkü tarihçenin kurallarına ABD uymuyor). 1990 olayları bu yüzden yanlış yorumlanıyor: Biten, İkinci Dünya (eski SSCB ve Doğu Avrupa) değil, iki Dünya'dır (artı Batı Avrupa artı ABD). Yıl 2000, yumuşak bir global faşizm (bu duruma, Alain Minc gibi, ‘Yeni Ortaçağ’ diyenler de var) ve yeni bir Fetret Devri (özellikle TC açısından geçerli bir durum, çünkü 60 yıldır 2. Cumhuriyet’i kuramadı) demek. Kuşkusuz yeni zamanlar gelecek. Ne Ortaçağ tam engizitör, ne de Nazizm tam faşist idi. Tarih hala bebeklik evresinde. Tarihsel momontler boşta + belirsiz.

·          

11.  Matematiğin Dili:

Matematik ve mantık, yaklaşık 6.000 yıllık yazı dilinden dönüştürülmüş, sırasıyla 6.000 ve 2.400 yıllık birer ötedildir. Matematik dilinin alfabesi diyebileceğimiz sayılar, neredeyse yazının icadından beri kullanılıyor. Mantık önermeleri ise, ilk kez M.Ö. 400 civarında Aristo tarafından oluşturulmuş.
6.000 yıllık süre içinde matematik dili bir çok evreden geçti. ‘0’ sayısının icadı, ‘1’ sayısınınkinden yaklaşık 5.000 yıl sonra mümkün oldu. Toplama imi (+), Eski Mısır’da M.Ö. 3000’de, ileri doğru yürüyen iki bacaklı çıkarma imi (-) ise, geriye doğru yürüyen iki bacak olarak tanımlandı. Bugünkü kullanım biçimleri ise, 1600’lerde Avrupa’da oluşturuldu. (1+(1/n)) dizisinin toplam limiti olan ‘e’ (= 2,718182 ...) 1500’lerde Euler tarafından hesaplandı ve adlandırıldı. Sanal sayı ‘İ’yi (= √ -1) kimin tanımladığı tartışmalı. Bir çemberin çevresinin çapına oranını veren ∏ (= 3,14159...) sayısı M.Ö. 500 civarında Pisagor tarafından hesaplandı ve adlandırıldı. Bu üçüne ‘aşkın sayılar’ deniyor; aralarında (e üzeri i∏= -1) biçiminde bir denklem kurulu. Buradaki eksi bir, sanal uzayda saat yönünün tersine ‘bir’ dönme demek, yoksa ‘iki elmadan birini geri aldım’daki ‘bir’ değil. Bugünün matematiği temelde 4 ana bölüme ayrılıyor: Aritmetik, geometri, cebir, analiz. Aritmetik, 4 ana işlemle işlemlerin alfabesini oluşturuyor. Zaten matematik, temelde ögelerin işlemlerinden ibaret. Bilinen en eski geometri kitabı, M.Ö. 100’de Mısır’da Euclid tarafından, Aristo Mantığı’na dayandırılarak, ‘Elementler’ adıyla yazıldı. Geometri, Eski Yunanca’da ‘yerölçüm’ demek. Mısırlılar, Nil’in taşkınları ertesinde, tarla sınırlarının yeniden tayini için, bu matematik dalına gereksinmişler. Geometri ve coğrafya (: geografi : yerçizim), etimolojik özdeşlik taşımalarına karşın, iki ayrı temel bilim dalına karşılık gelir. İlk cebir kitabı, El-Harizmi tarafından 1100’lerde Endülüs’te (bugünkü İspanya) ‘Cebir Hesabının Kuralları’ adıyla yazıldı. Analiz, göreli en yeni olan matematik dalı. 1600’larda Avrupa’da, birbirlerinden habersiz olarak, yaklaşık eş zamanda Leibniz ve Newton tarafından tasarlandı. Türkçe’de, hem ‘analiz’, hem de ‘calculus’ kullanılıyor; ilki ‘çözümleme’, ikincisi ‘hesaplama’ anlamına geliyor, anlam açılımı ise ‘sonsuz küçükler hesabı’.

·          

12.  Bilinmeyene Doğru:

35 cildi, 50 veya 100 cilt yapmak sıkıcı geliyor. Varolanlar içinde, yalnızca ‘Uzaycılık’ (TKA : 7) ve ‘İkinci Sanayileşme’ (TKA : 6), gerçekten nesnel bilinmeyene yol alış sayılabilir; yani yıl 2000’de yaşayan hiçbir insanda değil bilgisi, tasarımı bile olmayan alanlar. ‘Beyin-Zihin Notları’ ve ‘Düşünce Atlası’ da, öznel bilinmeyenler sayılabilir; yani varlar ve biliniyor olabilirler ama ben henüz bilmiyorum. 1981’de ‘Scientific American’ dergisinin Eylül 1979 ‘Beyin’ özel sayısını görüp, 1986’da fotokopisini elde ettikten sonra, neredeyse 10 yıl boyunca zihinbilim konusu, benim için öğrenilmesi imkansızlarla doluydu. Zihiniçi engeller taşıdığımdan dolayı olsa gerek. Şimdi ise herşey anlaşılır geliyor. Dolayısıyla artık bilinmeyene yolculuk sayılmaz bu alan. Oysa en çok öğrenme heyecanını bu alanda duydum ve duyuyorum. Ne kaldı geriye? Ne kalmadı geriye?
İşte o ‘bulunamayan + bilinemeyen’ ardına düşeceğim: Yeniden... Yazmak ve okumak ve düşünmek için...

·          

13. Kafka’yı Yazmak:

25 yıldır, Kafka’yı okumak ve yazmak... İlk kez 11 yaşımdayken, büyük erkek kardeşim aracılığıyla karşılaştım Kafka ile; ta 30 yaşımın ertesine dek bekledim, onu gerçekten sindirebilmek için; çünkü ağabeyime olumsuz zihinsel etkileri oldu. Kafka’yı yazmak ise, 1988’de okuduğum Milena biyografisinde, onun ‘ölümle yaşam arasında bir seçim yoktur’ tümcesinden sonra kesinleşti. Sabırlıyım. 40’ıma dek bekleyeceğim (tabii sağ kalırsam). Artık, kısmetse 50 yıllığına Kafka... Yine de, 35’imden beri Kafka bana yetmiyor.
Kafka-Fassbinder ekseni, 2000-2050 için, 20. Yüzyıl’dan devranılabilecek biricik referans. Ancak, 1990’dan sonrası olanlar onları aştı. Dolayısıyla, ancak geçmişe yönelik göndermelerde ve sorgulamalarda işe yarayacaklar.
Somut referans olarak Kafka; yemek, içki ve seksin değillenmesi demek. Hedonizm (: hazcılık) her zaman beni tiksindirmiştir ama bu üçünden de alabildiğine zevk almışımdır. (Tüketim x tasarruf) çelişkisi gibi, (hedonizm x püritenizm (: çilecilik) çelişkisi de yapar/kurmaca. Kafka bunu görememiş.
Kafka’yı anlatmadan anlamayan, anlatsan da anlamaz.

13.1. Kafka ve Ben:

Çekistan 1883-1924       T.C.1960-2050
Musevi/Ateist                Kafir/Ateist
Almanca + Çekçe         Türkçe + İngilizce
Gırtlak kanseri               Kronik bronşektazi
Ataerkil aile                  Ataerkil aile
Prag                             İstanbul
Yazın                            Yazın
Püriten romantizm         Katatonik melankoli
Delilik                           Delilik
Azınlık (:Yahudi)           Azınlık (:köksüz)

13.2. Kafka ve Fassbinder:

(1883-1924) = 41 yıl       (1945-1982) = 37 yıl
Gırtlak kanseri               Kalp krizi
Önce:    2. Dünya Savaşı:  Sonra
Püriten                          Dekadant
Edebiyat                       Sinema
Yalıtık                           Toplumsal
Durgucu                       Eylemci
Almanca           : Dil :    Almanca
Kadın nefreti                 Kadın nefreti
Evli + boşanmış             Evlenmeme
Çocuksuz                     Çocuksuz
Azınlık                          Azınlık
Yahudi                          Eşcinsel + Kokainman

·          

14.  Kitapname’nin İlk 1 Yılı:

1996’nın ikinci yarısında 70 başlık tasarlanmış. 10’u bunlardan olmak üzere, 50 parça yazılmış. 5 sayı yayınlanan Bülten’de, 4 sayıda olmak üzere, 21 parça yayınlanmış.
1997’nın ilk yarısında 50 başlık tasarlanmış. 5’i bunlardan olmak üzere, 80 parça yazılmış. Haziran 1997 sayısı dahil olmak üzere, 6 sayı yayınlanan Bülten’de, 5 sayıda olmak üzere, 33 parça yayınlanmış.
Benim için bir kitap, minimum 100 parça / sayfa hacim demektir. Aslında şu an bu sınır geçilmiş olsa bile, Kitapname bu yılın sonunda bir kitap olmuş olacak demektir.
Kitapname bundan sonra ne, hangi, nasıl? Yanıt: Bilinmeyene Doğru...

·          

15.  Bülten’in İlk 1 Yılı:

12 ayda 10 sayı. İlk 6 sayı 48’er, son 4 sayı 64’er sayfa hacimde. 350 civarında yazı, 250 civarında yazar. 250 civarında düzyazı, 100 civarında şiir. Yazı başına ortalama 1,75 sayfa. Son sayılarda 10 sayfa civarında hacimli makaleler var.
Bülten ilk sayısından beri, formatını (biçimde ve içerikte) arıyor. Yazarlar, genelde ilk kez yazdıkları ve düzeltmeler amatörlerce yapıldığı için, metinlerde yazım hatası oranı yüksek. Anlambilimsel hatalar (yani, yahu bu adam ne diyor?) ise sözdışı.
Bülten, kitap dergisi olup olmadığına karar veremedi. Diğer dergilerin de başına dert olan ‘alanını belirginleştirme’, biraz karanlıkta el yordamıyla ilerliyor. Burada ölçüt, sıfırdan başlasalar da, yazdıkça ve yayınlattıkça yazarların ilerleme göstermesi. 18-25 yaş kuşağı için 1 yıl, bir toplum için 100 yıllık bir süre demek. Sonuçta, katedilecek bir menzil var ve oyunun kuralı sabit: Yazarlık emek işidir.
Hep aynı soru: Kim yazar kalacak? Oyum, Ramazan Macit ve Evren Ma için...
‘Bülten’in 10. yılı’ yazısını da yayınlatabilmek dileğimle...


KİTAPNAME : 10

1. Nurullah Ataç İçin:

Kızı Meral Tolluoğlu’nun yazdığı ‘Babam Nurullah Ataç’ adlı kitabı (Çağdaş Yayınları, 1976, 166 sayfa) Mayıs 1997’de bir gün bir gecede okudum. Son üçte birinde ağladım. (Birisi, bunu anlattığımda, benim yalnızca ölmüş kişilere ve kitaplarda okuduklarıma üzüldüğümü söyledi.) Önce karısı hastalanıp ölüyor, ardından Ataç karısının yokluğuna dayanamayıp hastalanıyor ve ölüyordu. Hissettiğim, ‘merhamet’ değil, ‘insan bir insan’ın kahrına saygıydı.
Nisan 1997 tarihli Bülten’de N.A. için ‘bir başyapıt bırakmadan gitti’ demiştim. Bu anı / biyografi kitabı da, onun ‘beyhude + nafile’ durumunu belgeliyor. Örneğin; habire evine sokak kedileri toparlıyor, onlara bakıp seviyor, kediler ise duruma aldırışsız, sonunda ya sokağa geri kaçıyorlar, ya da hastalanıp ölüyorlar, bu sefer de yas tutmalar başlıyor... Ancak, beyhude ve nafile ömürlü de olsa, ‘insan bir insan’, tarihçesinin ve kültürünün dipsiz kuyusuna, yani Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan uçurumun dibine, yaşamını takoz olarak koyup, bunun uğruna varlığını ıskalamışsa ve bundan bir kez bile yakınmamışsa, ona gerçekten saygı duyarım ki N.A.’ın edebi evladı Oğuz Atay için de böyledir. Daha önce yazdıklarımı geri almıyorum. Ek şeyler yazıyorum.
Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday, N.A. aleyhlerinde yazdı diye, onu dövmüşler (Bakınız: Adı geçen eser, sayfa: 161 ve Sürgün alayı, Mehmed Kemal, Soyut Yayınları, 1974, 384 sayfa, Sayfa: 56). Açıkçası, O.R.’a değil ama M.C.A.’a yazar olarak sempati duyardım. Ancak, bir yazarın bir eleştirmeni dövmesi: Eh, bu da ancak TC’de görülür. M.C.A., bu yılın başında kendisine imzalanmış on kitabı (Orhan Veli tarafından gibi) müzayedeye soktu. (Bakınız: 16. Müzayede Kataloğu, Pera Yayıncılık A.Ş.) Bunun için herhalde öpücük almadı. Kimileri onuruyla erken ölür (59 yıl), kimileri utancıyla uzun yaşar (82 yıl). Bu bir.
Ataç, eleştirmen olarak bir başyapıt bırakmadıysa da, bir sözcükgezer olarak, günümüz Türkçe’sine 1.000’den çok sözcük kazandırmıştır. (Bakınız: Ataç’ın Sözcükleri, Derleyen: Yılmaz Çolpan, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1963, 116 sayfa.) Hazindir ki ‘kelime’ için, N.A. ‘tilcik’, M.C.A. ise ‘sözcük’ kullanmıştır ve ikincisi yeğlenmiştir. Yine de, N.A., M.C.A.’ya karşı 990-10 galiptir. Bu iki.
Yaşlanıyorum. Söylediklerimden dolayı üzülmeyi ve özür dilemeyi öğreniyorum. Kuşkusuz, benden 20 yaş gençler benimle alay ediyorlar; nasıl ki ben benden 20 yıl yaşlılarla alay ediyorsam... 100 yıl sonra görüşürüz; o zaman hepimiz ölü olacağız, nasıl ki şu an N.A. rahmetliyse. Ölüm, yaşamdan daha adildir. Bu üç.
Üstad; umarım, ruhun bu yazıyı duyar. Bu da dört.

·          

2.      Belgesel Yazmak:

Mart 1997’de ölen, polonyalı film yönetmeni Krzysztof Kieslowski, uzun metrajlı (kurmaca) filmler çekmeden önce, belgesel filmler çekermiş. Son belgeseli bir gar hakkındaymış. Doğaçlama çekimler de yapıyormuş. Tamamen raslantısal olarak az kalsın, annesini öldürüp, bedenini parçalayıp, gardaki emanetçi dolaylarından birine bırakan bir kadını filme çekiyormuş. Olmamış. (Kadın ondan bağımsız olarak yakalanmış.) K.K., ondan sonra belgesel çekmeyi bırakmış. Mantıksal dayanağı: Benim işim belgesel çekmekti, katilleri yakala(t)mak değil. (Bakınız: Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor, AFA Yayınları, Mart 1997, 250 sayfa, sayfa: 75.) K.K. sinemayı bıraktıktan 1 yıl, kitabın yayınlanmasından 6 ay sonra öldü. Acaba hangisi onu öldürdü? Sinemasızlık mı, biyografisinin tamamlanması ve yazılacak / yaşanacak bir şey kalmaması mı? PKK tarafından kaçırılıp, 26 gün boyunca onlarla yaşayan, yabancı ajans muhabiri, Türk yazar Kadir Gürel de, aynı ikilemdedir: Neyi yazmak / kaydetmek, başkalarına zarar vermektir? (Bakınız: Dağdakiler, Metis Yayınları, 1995, 150 sayfa, sayfa:15) Birakuji’nin (Berfin Yayınları, 1994, 175 sayfa) yazarı, hem TC, hem de PKK tarafından yargılandı. Her iki yazar da yalnızca yazdılar, adam öldürmediler.
Her kentte her zaman suç işlenmiştir. Suçun tanımı zaman içinde değişebilir. Örneğin: Bugün Avrupa’nın bazı kentlerinde, bazı nicelik ve niteliklerde uyuşturucuları almak, satmak ve kullanmak artık suç sayılmıyor. Örneğin: Zina, eskiden eyleyen kadının ölümle cezalandırıldığı bir suç iken, bugün neredeyse boşanma nedeni bile sayılmıyor (kanıtlanması zor olduğundan dolayı). Ancak burada sorun, suçun varlığı ya da yokluğu değil: Cinayet suç sayılmayabilirdi veya özsavunma olabilirdi ama K.K. yine de belgesel çekmeyi bırakırdı.
Tutumuna ne demeli: Ahlakçı mı, korkakça mı, kaypakça mı? En azından bu durumda, gerçek vardır ve oradadır. K.K. onu, ne görmek, ne de göstermek istemektedir. Oysa ki daha önceki belgesellerinde, sansür yemecesine, oldukça cesur davranmış ve eğemen yönetimle çatışmış. Bu noktayı, insanın geri adım attığı an mı saymalıyız?
İstanbul, yasa koyucuların ve koruyucuların suç işlediği bir kent. Her gün en az 10 suç gözlüyorum: Kimi idamlık, kimi tecillik. Gasp, darp, katl, vd... Şimdiye dek kimseyi yakalatmadım. Hep nötr kalmaya çabaladım. Yine de, kimi mağduru kurtardım, kimi suçu önledim. Tutumumu, ne olumlarım, ne de olumsuzlarım. ‘İyi’ davranışlar refleksifti, yalnızca kendimi engellemedim. ‘Kötü’ davranışlar için mantıksal dayanağım ise, insanlardan nefretim.
Kimileri, insanları sevdiğini söyleyerek onlara zarar verir. Naziler kesinlikle hümanistti (: insansever) ama kimi ‘hüman’ saydıkları belirsizdi; Almanlar ve zenciler insandı da, yahudiler değildi. Kimileri, Dostoyevski gibi, insanların daha az nefret edilir olması için, onlara yarar verir. Romanlarından, iyi ve kötü üzerine ‘argüman’ edinerek, daha az kötülük yapılabilir. Belgesel iyi midir, kötü mü; zararlı mıdır, yararlı mı?
Belgesel, tanımı gereği, nötr, tarafsız, nesnel olmak durumundadır. Alman, kadın, belgesel film yönetmeni Leni Riefenstahl; 1936 Berlin Olimpiyatları’nı ve 1937’deki ilk Nasyonal Sosyalist Parti kongresini filme çektiği için, 1945’ten sonra 50 yıl boyunca kara listede tutulmuş ve Almanya’da hiçbir film yönetmesine izin verilmemiştir. O da, Afrika ve Okyanusya’da doğa belgeselleri çekmiştir. İronik olan nokta, 1901 doğumludur ve hala sağdır. L.R., kötü müdür, faşist midir, insanlık düşmanı mıdır? Kendi yanıtı: Ben yalnızca belgesel çektim. Kendi hesabıma, toplama kamplarında nazi doktorların musevi denekler üzerindeki deneylerini filme çekmek isterdim. Elektrik gördüm ve bunu da filme çekmiş olabilmek isterdim. Tutumum belli: Andrey Tarkovski’nin Andrey Rublov’undaki Kazak gibi düşünen bir Tatar - Türkmen meleziyim: Ben sizi kesmesem (burada kıyımı çekmesem), siz birbirinizi keseceksiniz. Devlet bassa karşı çıkacakları belgesel kitabı, öldürülen Dev-Yol militanları için, Bireşim Yayınları kendileri basmış.
Durum; sinema denli, edebiyat için de aynı.. Eğer savaş muhabirliğini yazarlık sayarsak, belgeselde taraf tutmanın nerede başlayıp nerede bittiği belirsiz kalır. ‘Ateş Altında’ filmindeki gazeteciyi hatırlayalım: Gerillaları fotoğraflarken, onları ölüme süren belgeler hazırlıyordu. Ad vermeksizin, üç TC’li savaş muhabirinin MİT ve genelkurmay için çalıştığını belirtmek yararlı olur. Kimin hangi safta olduğu her zaman belirlenemez ve/ya casuslar çift taraflı çalışabilir.
Belgeselin lehinde miyim, aleyhinde miyim? Böyle bir seçim var mı? Belgesel insana aldırmaz. Mümkün olan herşeyi kaydeder ve şerh koyar. Mayıs 1997 boyunca izlenebilen, AKM Sergi Salonu’ndaki Bedri Baykam’ın ‘60’lar’ resim sergisindeki video belgeseldeki görüntülerin bir bölümü, ‘50’lere ve ‘70’lere aitti. Bunun açıklanmaması, belgesel anlayışına aykırıdır.
Yazacağım (ve/ya filme çekeceğim) birincil belgesel, ‘İstanbul 2000-2025’tir. 4 yıldır ön hazırlık yapıyorum, 2-3 yıl daha sürer. Kurmaca ve gözlemin içiçeliğini, yaşamın alaşımını yakalayana dek zorlayacağım.
Belgesel yazımı hala belirsiz…

·          

3.      Sinağrit Baba Avlanmayacak:

Sait Faik bir öykü ustasıdır. Öyküleri, insan sevgisinin ılık sularında seyreder çoğunluk. Ancak, arada bilmeden sapa ve ayaz sulara da dalar. ‘Sinağrit Baba’ öyküsünde de öyle yapar:
Sinağrit Baba, denizlerin en deneyimli balığıdır. Uzun yıllar hiçbir balıkçı onu avlayamamıştır. Genç balıklar, yemin tuzağına düşüp zokayı yutunca, yukarıya doğru çekilirlerken ‘kurtar bizi Sinağrit Baba’ diyen gözlerle ona bakarlar. Sinağrit Baba, hiçbirini kurtarmaz, çünkü bilir ki hiçbiri aynı durumda onu kurtaramaz. Gel zaman, git zaman, Sinağrit Baba yaşlanır. Bir rakı sofrasında bu işi bitirmeye karar verir. Kendine, yakalanacağı bir balıkçı arar. Oltaları koklar. Biri hasistir, biri mağrurdur. Hiçbirini beğenmez. Tam bir oltayı seçip yakalandığı an, ayırsar ki oltanın ucundaki insan, dünyanın en aşağılık insanıdır, çünkü hiç sınanmamış bir masumdur. Yanılgısına lanet ederek denize veda eder.
Evet: Sinağrit Baba’lar da yaşar ve ölürler... Ama nasıl? Damarlarına zehir şırıngalayarak, avcısını rakı sofrasında temizleyebilir. Bir sanayi patronuyla anlaşıp tüm balıkları civalar, böylelikle ilk balık-insan katliamı gerçekleşir. Otobur balıkları, etobur yaparak denizde balık kalmamasını sağlar. Balıkların amfibyumlara doğru evrim yolunu, yani başkalaşımını hızlandırarak (semenderler yenmez) fazlasıyla uzun vadeli sayılabilecek bir atılımda bulunur. Yakalanan balıkları kurtarır; kurtarılan balıklar birbirini ve Sinağrit Baba’yı yerler. Balık çiftliği kurarak zengin olur, ayrıca yetiştirdiği balıkların mürit olduğu bir tarikat kurar.
Sinağrit Baba istemedikçe av olmamıştır. Ancak, tanım gereği avcıdır, çünkü sinağritler etobur balıklardır. Sinağrit Baba’nın vejetaryen bir balık olmasını beklemek fazlasıyla safdilce olurdu. Avcı-zalim, av-mazlum ol(durul)unca hemen yakınır. Sinağrit Baba, kendi seçtiği avcı-zaliminin bir masum-sınanmamış, yani aslında av-mazlum olmasını kendine yediremez. Oysa bütün avcı-zalimler, masum av-mazlumlardan çıkar.
Bir Sinağrit baba, elbet bir gün ne avlayacak, ne de avlanacak...

·          

4.      Çevrilmek:

İlk yazdığım günlerden beri, yabancı dillere çevrilmeyi de istedim. Hem tüm dünyaya hitap edecek şeyler yazmak, hem de çevrilince yazınsal niteliğini yitirmeme arzusu demekti bu. İlk düşündüğüm yabancı dil İngilizce’ydi. Irksal kökenim Tatar ve Türkmen olduğu halde, asla Tatarca ve/ya Türkmence bilmek ve/ya yazmak istemiş değilim ve bunu kültürel kökenini/kimliğini yadsıma saymıyorum. Yalnızca, bu iki dille kürel birşeyler söylenebileceği kanısında değilim. Şimdilerde spektrum hedefim, Dünya’da en çok kullanılan on dili de kapsıyor.
İngilizce yazmayı denedim. Bu dili okuma ve konuşma düzeyim, ortanın üzerinde olmasına karşın, doğrudan İngilizce yazmayı pek beceremedim. Türkçe metinlerimi, İngilizce’ye çevirmeyi denedim. Sonuç pek fena olmadı ama çok zaman alıcıydı. Şimdilerde, yazdıklarımın İngilizce’ye çevrilmesi hem kolay, hem de mantıksal örüntüleri çok sıkı olduğundan dolayı, çeviriyle pek zedelenmezler.
Çevrilmeyi en çok umacağım ikinci yabancı dil Çince. Bunda, en çok kişinin konuştuğu anadil olmasının payı büyük. Yanısıra, alfabesi ve dil grubu Türkçe’ninkinden çok farklı olmasına karşın, Türkler’in ilk komşu kültürü Çin’inki olduğu için, kendimi onlara yakın duyumsuyorum.
Espri babında da olsa, metinlerimin bir ölü dil olan Sümerce’ye çevrilip çevrilemeyeceğini bilmek isterdim. Bir de 2.500 yıl sonra varolacak aday adayı bir dile çevrilmek isterdim.
Her dil dalında olduğu üzere, çeviride de dilöte...

·          

5.      Bir Kitap Reklamı:

Neden bu kitapla bir akşam geçirmek, çok seksi bir kadınla bir akşam geçirmekten daha çekicidir?

Karşılaştırma konuları:
                                                                   
                                                Kitap      Kadın
Kıvamı                                      % 50    % 100
Elde edilebilirlik             % 100   % 1-10
Sözcük dağarcığı                       20.000  20
Gülme olasılığı                           % 97    % 3
Uykusuz kalma olasılığı              % 80    % 79
Üzülme olasılığı             % 0      % 70
Yeniden kullanılabilirlik   % 100   % 10
Masraf                                     1 x        20 x
Bırakma olanağı                        % 100   % 0
İkinci kez zevk alma                  % 50    % 50

(Alıntı kaynağı: Fransızca sinema dergisi, Premiere, Kasım 1994, Sayfa : 91’deki 1950’lere ait İngilizce bir kitap reklamından uyarlama.)

·          

6.      Tümce Nedir?

Tümce, en basit tanımda iki nokta arasında kalan bütün sözcükler ve noktalama imleridir. Tümce sonunda ayrıca; (!), (?) ve (...) da bulunabilir. Kimi de, alıntı veya tarih yazımı gibi nedenlerle, aynı tümce içinde birden çok nokta bulunabilir. 6.000 yıllık yazı tarihinde, aslında tümcenin tam tanımı yapılamamıştır. En temel yapı, ‘bir özne + bir eylem’ biçimindedir. Ancak, tek harf, tek hece ve eksik sözcükle de tümce kurulabilir. En abartılı biçimde, James Joyce ve Samuel Beckett’in yaptığı üzere, yüzlerce sözcükle de tek bir tümce kurulabilir. Müzikte es, heykelde boşluk vardır ama (. .) biçiminin yazında karşılığı ve adı yoktur; olsa olsa boş tümce olur ve belki (.Æ.) biçiminde yazılabilir. Bir tümce, birçok alttümcenin birleştirilmesiyle oluşturulabilir. 20 yıl öncesine kadar, Türkçe’de alttümce yalnızca tümleç biçimindeydi. Tümce, geometride ince-uzun bir şerit olarak tasarlanabilir. Gelenek gereği şeritler, eşit uzunlukta kesilmiş diziler (: satırlar) durumundadır ve ardışıktır. Bu biçimlem, ‘Möbius Şeridi’ gibi tersinmeler ve ‘Klein Şişesi’ gibi çoğullamalar için pek uygun değildir; o nedenle kırık dizeli şiirleri yazmak ve okumak zordur.

·          

7.      Dilmece:

Türkçe’deki 29 harfin hepsini ve yalnızca birer kez kullanarak, anlamlı sözcükler kurup harfleri bitiriniz.
Bir çözüm denemesi: vecd, yurt, mülk, ganj, göç, şıh, boz, pis (‘f’ arttı).

·          

8.      Hangi Kitaptan ve Yazardan Ne Öğrendim?

Kendi hesabıma, bildiğimi önesürebileceklerimin tamamına yakınını kitaplardan öğrendim. Yaşayarak öğrendiklerimi de, yine yaşayarak yazılmış kitaplarla doğruladım.
Atilla Akarlı’nın ‘Eski Tüfek Sosyalistler’inden, Cumhuriyet döneminde türkiyeli marksistlerin yüzyıl boyunca, deniz içinde olduğunun bilincinde olmayan balıklar gibi, tarihten ve yaşadıklarından hiçbir şey öğrenmeksizin yaşayıp öldüklerini öğrendim. 3 darbeyi de, marksist ileri gelenlerin önemli bir bölümü olumlamıştı. Kendi gözümle, tanıdığım marksistlerin hepsinin 1982 Anayasası’na ‘evet’ oyu verdiğini gördüm. 1983 seçimlerinde de, solcu olduğunu önesürerek, Özal’a oy verdiler.
Charles Bukowski’den, 20.Yüzyıl’da ABD’de neredeyse bir milyar insanın, düzenin çarklarınca nasıl öğütüldüğünü, hiç kimsenin nasıl hiçbir şey yapamadığını, yalnızca keş, deli alkolik olunabildiğini ve bunun nasıl da Türkiye 2000’e tıpatıp benzediğini öğrendim. Başkaları, onu dekadant (: bozunumu öven ve savunan) sayıyor ama onlar da karılarını aldatıyor, Refah’a oy veriyor, vd. vd. (Sanıldığının tersine, Bukowski asla bir kriminal (: suçlu) olmadı.) Ayrıca, ‘içmek’ konusunda da ondan çok şey öğrendim.
Leyla Erbil’in ‘Tuhaf Bir Kadın’ından, 1950’lerde bile bir kadının, parmaklarını öğütme pahasına, enazından onu deşifre ederek, ataerkil düzene karşı çıkabileceğini ama aynı zamanda alaturka frijidizmin batağına daha da gömüleceğini öğrendim. 1990’larda kolay başarıya ulaşan Şebnem İşigüzel’in ve Perihan Mağden’in ustalarına saygısızlık ettiğini düşünüyorum. Leyla Erbil’e yolu Afife Jale’ler açtı. Bedia Muvahhit gibiler, bunu kendi başarıları sayıp üzerine kondular. Ahde vefayı ve kadirşinaslığı, kadını olsun, erkeği olsun, hiçbir türk sanatçısı bilmiyor.

·          

9.      Defolu Kitap:

Tüketiciyi koruma Yasası’na ve ticaret ahlakına göre, defolu bir malın üzerine öyle olduğunu açıkseçik bir biçimde belirtecek işaret konur. Kelepir ise, defolu (eksik sayfalı, yanlış basılmış, forma sırası bozuk) kitap satıyor ama hiçbir belirteç kullanmıyor. Belli ki bu kitapları yayıncıları satışa sürmemiş. Kelepir de onları ölü fiyatına (beş dolarlık kitabın tanesini yirmi sente) kapatmış.
Kendi hesabıma defolu tişört de giyiyorum, defolu kitabı da okuyorum. Zaten, kitapların metni defolu olduğu için, malzemesindeki defo gözüme batmıyor. Bana batan, göz göre göre dolandırıcılık yapılması, bunu herkesin bilmesi ve susması. Aynı zamanda, Kelepir’in başındaki kişinin Yayıncılar Birliği başkanı olarak, korsan kitabın dolandırıcılık olduğunu yüzü kızarmaksızın söyleyebilmesi.
Bunları yazınca bir şey değişecek mi? Sayın A.A., size söylüyorum.

·          

10.  Ocak-Nisan 1997: Kitapname Başlıkları İçin Taslaklar:

Sayılarla kitaplar, gölge yazarlar, basmakalıp söylemler, faşizm risalesi, kült kitaplar (Martı, Dinle Küçük Adam, Küçük Prens), porno yayınlar, sevgiye hayır, kitap arkeolojisi, casuslar ve kitaplar, kıssalar ve hisseler, bir kitap zebanisi, fitneus fücurus, militarizmi yazmak, başkalarının mektupları, seyyar bir kitapçının haftasonu, doğruya götüren yanılgılar.
Aynı dönemde 70 başlık tasarlanmış. 25 tanesi yazılmış. Yukarıdaki 16 başlıksa, enazından notlanmış durumda. Bunların üçü beşi ise, istenince olduğu gibi yayınlanabilir.

·          

11.  Sansür ve Yazar:

Sansüre karşı tavırlar ve tutumlar:
Andrej Wajda (Sinema ve Ben, AFA Yayınları, Ocak 1993, 160 sayfa, sayfa:140):
“Politik sinemanın esas sorunu, sansürün her işe burnunu sokmasını kabul etmek ya da buna karşı çıkmak değildir; öyle bir film yaratmalısınız ki sansür yöntemleri etkisiz kalsın. Yalnızca, sansürcülerin hayal gücünü aşmayan şeyler sansür edilebilir. Gerçekten orijinal bir şey yaratın, sansürcülerin makasları havada asılı kalacaktır.”
(Krzysztof Kieslowski, Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor, AFA Yayınları, Mart 1997, 250 sayfa, sayfa:83):
(Parti Denetleme Komitesi için yazıyor.) “Bu tür insanları hep anlamaya çalıştım. Doğal olarak onlardan hoşlanmıyordum... Böyle olduğu halde, yine de nasıl çalıştıklarını ve neden öyle davrandıklarını anlamaya çalışırım. O insanların ... içten inandıkları belli bir ideolojiye göre davrandıklarını fark edersem, karşı taraftan olsalar bile onlara saygı duyarım. Tabii belli bir yere kadar.”
Türk yazarları: Sansür ediliyorum; öyleyse ben iyi bir yazarım. Ne kadar sansür yersem, o kadar haklıyım. Hele hapis cezası alırsam, muhakkak nobel ödülü alırım. Dolayısıyla, kendimi mutlaka sansür ettirmeliyim. Ahmet Cemal buna; dayak yedikçe imanı güçlenen mürit zihniyeti, diyor. Doğrudur; Birinci Cumhuriyet demek, sansür tarihçesi demektir. Ancak; senden daha güçlü olan rakibinden dayak yediğin için, davan / savın kanıtlanmış olmaz.
Reha Ülkü: Beni herkes sansürledi: Beni sevenler ve benden nefret edenler, beni yayınlayanlar ve yayınlamayanlar, beni okuyanlar ve okumayanlar, yazdıklarımı çalarak ve/ya yok ederek. Sansüre aldırmıyorum. Bütün insanlar anlamadıklarını sansürlerler. Yazdıklarımı anlayana rastlamadım, dolayısıyla sansürsüzlük olanağı benim için yalnızca bir rüya olur. İki şık var: 1. Yazdıklarımı yayınlatırım ve sansürlenirim. 2. Yayınlatmam. Bir seçim var mı?
Sansür bir sınır / kural koymak ve onun geçirilmesine izin vermemektir. Tabulara dayanılarak, ayıp, suç, günah, pornografik, akıldışı, ideoloji karşıtı, hakaret gibi sıfatlarla (burada) yazıları olumsuzlayıp, edimde onları yok etmek ve/ya var olmalarına olanak vermemektir. Dolayısıyla, temelde bütün sansürlemeler faşist bir öz içerir.
Sansür nerede başlar ve biter? Sansür zihniyeti neyi dayanak kullanır?
Cumurbaşkanının manevi şahisyetine hakaret, halkı askerlikten soğutma, tek tanrılı dinlere küfür, komünizm propagandası, bölücülük, vd: Bunları kim saptar? Bilirkişiler. Onlar da, zaten yasa hazırlayıcı ve koyuculardır. Bir diyanet işleri başkanı, peygamberin adının ‘S.A.’siz ve ‘Hz.’siz yazımına nasıl ‘günah değil’, pardon ‘suç değil’ der ki? (Her ne kadar Mümtaz Soysal, kendi hazırladığı 1961 Anayasası’nı tağyir, tebdil ve ilga etmekten yargılanmışsa da, istisna bir vakadır.)
Sansüre karşı ne yapılabilir? En iyisi, denetleme kurumlarının tümünü tasfiye etmek ama bu yalnızca tatlı bir hayal. Halihazırdaki duruma göre, usta slalomlar önerilir. Sansürcüler, defolu insanlardır (devlet bile onları ‘niteliksiz işgören’ olarak tanımladı), idare edilebilirler.
Sansür edenler ve edilenler, zaman içinde kolaylıkla ve çabucak yer değiştirebilirler. (İnsanlar, sansüre değil, sansür edilmeye karşıdırlar.) Örneğin: Tüm cumhuriyet hükümetlerinin kültür ve milli eğitim bakanları, kendinden öncekinin bastırdığı kitapları toplattırmış, hatta yaktırmıştır. Naziler Museviler’i, Museviler Filistinliler’i sansürledi. Şimdi, Filistinliler, Filistinliler’i sansürlüyor. Sosyolog Sorokin’i, hem Çarlık, hem de Stalinlik sansürledi. Hem ABD, hem de SSCB, sansürlediklerini bir de akıl hastanesine kapattı. Bunların bir bölümü, nedamet getirip karşı safa geçtiler ve dava arkadaşlarını sansürlediler: Bugünün mazlumu, yarının zalimi...
Sansüre karşı bir şey yapmak gerekir mi? Sigmund Freud 1940’ta öldü. Mektuplarının yayınını, 2000 yılına vasiyet etti. Ölür ölmez yayınlansaydılar, kamuoyu hezeyanlı bir tepki gösterirdi. Günümüzden 3 yıl sonra, kimsenin kılı bile kıpırdamayacak. Nazım Hikmet, ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nı 66.000 dize olarak yazdı. Elimizde 16.000 dize var. Emanet ettiği kişiler onları, korkularından tam sansür, yani yok ettiler. Eksik 50.000 dizeye karşın M.İ.M. Türk Şiiri’nin başyapıtı. Anarşist Kropotkin, ‘Ekmeğin Fethi’ adlı, anarşizmin kült kitaplarından birini, Kayzer Almanya’sının en baskılı dönemlerinden birinde yayınlatmış. Hiç kimsenin gözüne batmamış ve sansürlenmemiş. O da, buna çok şaşırmış. Rus Neçayev’in ‘Elkitabı’ 1990’larda bile Avrupa’da yasak. Ancak ABD Savunma Bakanlığı, ‘Darbe Nasıl Yapılır?’ kitapçıklarını dünyanın dört yanında bedava dağıtıyor.
Sansür bir engeldir. Psikolojide engellere karşı 4 temel tepki saptanmış:
1.       Engeli, eğer becerebiliyorsan, kırıp geçmek.
2.       Engelin önünde apışıp kalmak.
3.       Geri dönüp gitmek.
4.       Araç yordamıyla engeli aşmak.
Hangisini seçmeli? Değişik durumlarda her biri ve/ya hiç biri olabilir. Sansür, moral (‘öyle olmamalı’ yaklaşımlı) bir sorun değil, sınırlı sonlu bir somut durumdur. Yenilirsen, yenene dek beklemeyi ve öğrenmeyi bilmek gerekir.

·          

12.  Porno Yazmak:

Porno metinler yazabilirim. Rahatsız olmam ve/ya bayağılık saymam. Ancak, birilerini tahrik edebilir miyim, ben de merak ediyorum. Henüz porno metinler yazmadım ve okutmadım. Ancak, epeyi porno metin okudum.
Pornolar tahrik edici midir? Kapatılan ‘Penthouse’ dergisinin, en çok sattığı zamanki tirajı gözönüne alınırsa, öyle olması gerekir. Hintçe bilmem; O nedenle, konusunun başyapıtı sayılan Kamasutra’yı özgün metninden okuyamam. Dolayısıyla, uyarıcılığını da kendi üzerimde ölçemem. Bir keresinde, bir bahname (: islami porno, pardon cinsname) çevirisini okumuştum. Eh, fena değildi. (Burada ölçüt ne olacak?)
Kendi yazdığı porno metinleri okuyan bir yazar tahrik olur mu? Olursa nasıl olur? Anais Nin veya Henry Miller, kendi yazdıklarıyla masturbasyon yaptılar mı hiç acaba?
Porno metin yazmak istemişimdir: Bir tür ‘sınırı geçmek’ veya ‘tabuya saldırı’ sayacağım için... (‘Bu yazı Bülten’de yer almamal’, diyen sesleri duyar gibi oluyorum.)
Kimler porno okur? Ummayacağınız bir biçimde sıkma başlılar da... Kimler porno yazar? Ummayacağınız bir biçimde kadınlar da...
O halde ne? Porno metinler, altyazının bayağılık diplerinin çamurlarıdır ama yüzlerce yıldır varlar ve daha yüzlerce yıl var olacaklardır da... O nedenle ‘tu kaka’ edilemezler.
(Tamam, tamam kestim.)

·          

13.  Kitapçılık Anekdotları:

13.1.     Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi yöneticileri, depoda birden çok nüsha olan kitapları ve dergileri genelde kağıt hurdacılarına verir. Bunlar da, üst fiyatının yüzde-binde biri kadar ederlerle SEKA’ya satılır ve yeniden kağıt yapılır. 1988’de dergi bölümü sorumlusu hanıma, ellerindeki çöpü bana verirlerse, kitapçı olduğum için işe yaracağını, zaten kitap bağışladığım için bir zararları değil, karları olacağını söyledim. Aklı yattı. Bazı insanlar, elimde dergilerle binadan çıktığımı görünce şikayet etmişler. Bir daha hiçbir şey verilmedi. Aynı yönetim, 1992’de bir depo tasfiyesi yaptı. Bir hafta boyunca, binlerce nüshayı, kütüphanenin giriş kapısının önüne yığdı. Herkes aldı, gitti. Oradan bedava aldığım, 1914 tarihli, fransızca bir osmanlı ticaret almanağını, o zamanki ederle 25 dolara bir esnafa sattım. Şimdi aynı nüshanın fiyatı 2.000-2.500 dolar arası bir değerde. Onlar ise, hala kütüphane yöneticisi.

13.2.     Kitapçılığı seyyar olarak yapmak, Bayazıt Meydanı’ndaki serserilerle ve depolardaki ümmi hurdacılarla dalaşmak, bana 10 yılda 100 yıl yaşamış denli bilgi öğretti ama o kadar da benden libido (: yaşam enerjisi) götürdü. 2 ay önce, 10 yıllık tezgah komşumu tokatladım. Bir duygusal patlamaydı. Şiddete karşı değilim. Ancak yaptığım kendimi utandırdı. Beni rahatsız eden, ayıp bir şey yapmış olmak değil, sinirsel denetimimi bir an için bile olsa, tümüyle elden kaçırmamın olası maliyetinin çok yüksek olabileceğiydi. Daha da üzücü olan, çevredeki meslektaşlarımın bunu onaylamasıydı. Kümeste tavuklar birbirini gagalayarak aralarında hiyerarşik bir sürü düzeni kurar. (23 yıl önce yatılı okula ilk gittiğimde de aynı durumu yaşamıştım.) Halkımız için de, dövmek ve dövülmek vaka-yı adliyeden. Bayazıt’ta her hafta birileri birbirinin kanını akıtıyor. Bir saat sonra da oturup birlikte çay içiyor. Bakalım sonum nereye varacak?

·          

14. Edebiyatın Kaç Dalı Var?

Sizce kaç? 10 mu, 20 mi? Ben 60 tane sayayım, siz itiraz edin.
Roman, kısa roman, uzun öykü, öykü, kısa öykü, anı, yaşamöyküsü, özyaşamöyküsü, portre, günlük/günce, gezi, deneme, anlatı, düzyazı, makale, risale, araştırma, inceleme, derleme, alıntı, montaj/kolaj, karma, söyleşi, röportaj, fıkra, kronik, köşe yazısı, haber (en az 10 altdal), eleştiri, polemik, mizah, hiciv, söylence, destan, epope, fabl, masal, fantazya, polisiye, korku, gerilim, erotik, porno, bilimkurgu, çocuk yazını, genç yazını, aşk yazını, mektup, özet, yorum, akademik tez, şarkı sözü (en az 5 altdal), dans librettosu, opera librettosu, anket, çizgi roman metni, şiir (en az 20 altdal), radyo skeci, oyun (en az 10 altdal), senaryo, sinopsis, belgesel.

KİTAPNAME : 11

1.      Kitapname Yola Devam:

Kitapname, kitaplar hakkında yazılmış herşeyi derle(ye)mez. Derlenmişlerden, en az nicelikteki ve en öz nitelikteki malzemeyi kullanarak, varolan bütünün haritasını noktalar ve ötesine geçip henüz yazılmamış parçaları yazar. Ayrıca; eldekilere şimdiye dek hiç tasarlanmamış örüntüler ve kompozisyonlar dener, dolayısıyla varolanların sınırını bildiğini varsayar.
Kitapname yaşamcıldır. Bir canlının kromozomunun yeni bir canlı üretebilmesi gibi, kendinden yeni kitapnameler üretebilir. Bu işleviyle, İkinci Sanayileşme’nin ‘bilisel / bilişsel artı-artı-değer yaratma önkoşulu’nu yerine getirir.

·          

2.      Türkiye’de Yayıncılık Pazarı:

2.1.  Normal (ne demekse) Kitaplar:

TÜRDAV kataloğu: Temmuz-Ağustos 1997: 1.000 yayınevi ve 50.000 kitap.
Pandora Kitapevi bülteni: Ağustos 1997: Birim fiyat: 750.000 Türk Lirası = 5 Amerikan Doları.
Türkiye Bibliyografyası 1994: Yılda 6.500 kitap.
TÜRDAV kataloğu: 1996’da 3.500 kitap.
Resmi tiraj: 3.000 adet toplam ve yılda 1.000 adet ortalama.
Gayrıresmi tiraj: 50.000 x 1.500 = 75.000.000 adet (hiç kayda geçmeyenler hariç).
Resmi yıllık tiraj: 17.000 adet.
Resmi ciro: 85.000.000 Amerikan Doları.
Gayrıresmi ciro: 375.000.000 Amerikan Doları.
(Fark: Yaklaşık 300.000.000 Amerikan Doları.)

2.2.  Ders Kitapları:

1997-1998 ders yılında tüm okullardaki toplam öğrenci: 15.000.000 kişi.
Ortalama ders kitabı fiyatı (yabancı dildekiler hariç): 5 Amerikan Doları.
Bir öğrencinin yıllık ortalama ders kitabı adedi: 14.
Ciro: 1.000.000.000 Amerikan Doları.
+
Yabancı dilde basılı kitapların ortalama fiyatı: 25 Amerikan Doları.
Tiraj: 2.000.000 adet (ya da 200.000 takım).
Ciro: 50.000.000 Amerikan Doları.
+
Üniversite hazırlık kitapları ortalama fiyatı: 6 Amerikan Doları.
Tiraj: 1.650.000 adet (= kişi başına 2 adet x 825.000 kişi).
Ciro: 10.000.000 Amerikan Doları.
+
Kolej hazırlık kitapları ortalama fiyatı: 6 Amerikan Doları.
Tiraj: 1.650.000 adet (2 x 825.000)
Ciro: 10.000.000 Amerikan Doları.

2.3.  Ansiklopediler ve Sözlükler:

Ortalama bir ansiklopedi takımı fiyatı: 200 Amerikan Doları.
Tiraj: 250.000 takım (1997-1998 ders yılı için özel okullara kütüphane kurma zorunluluğu getirildi).
Ciro: 50.000.000 Amerikan Doları.
Ortalama bir sözlük fiyatı: 4 Amerikan doları.
Tiraj: 1.250.000 (aslında zorunlu olarak 15.000.000 ama herkes almıyor)
Ciro: 5.000.000 Amerikan Doları.
Toplam Ciro: 1.500.000.000 Amerikan Doları. (Hesaba, yardımcı ders kitapları ve her dönem okunan birer Türk yazarının kitabı gibi ekstralar katılmadı.)
Yayıncılar, matbaacılar ve kartoncularla birlikte, 66 nolu işkolunda sayılarak İstanbul Ticaret Odası’nda kayıtlıdırlar (demek ki yayıncılık; sanayi, yani üretim değil; ticaret, yani pazarlama (diğer bir deyişle kabzımallık sayılıyor). Ağustos 1997’de yayınlanın, 1996 yılına ait İSO 500 (en büyük sanayi şirketleri) listesinde 3 yayıncılık şirketi var: Sabah, Hürriyet ve Bugün; üçü de temelde yayıncılıkla değil, gazetecilikle ilgili. Listenin 450.-500. Sırasındaki şirketlerin 1996 ortalama cirosu (Temmuz 1996 kuru baz alınarak) 25.000.000 Amerikan Doları. Ders ve çocuk kitapları da yayınlayan Altın Kitaplar ve İnkılap Yayınları’nın kitap sayısı 1.000’in üzerinde. Büyük olasılık ciroları yukarıdaki miktarı rahatça aşar. Kasetteki gibi bandrol sözkonusu olmadığından dolayı, bu kaçağı kanıtlamak oldukça zor. Ayrıca, yayıncılıkta büyüklükte ilk 10 şirketin 1996 bilançolarını ve vergi levhalarını merak etmemek mümkün değil.

·          

3.      Ders Kitapları ve Eğitim:

Türkiye’de yıllarca ders kitaplarını temelde devlet bastı. ‘Devir Özal devri’nde ders kitapları basımı fena halde özelleştirildi. 1980 darbesi, üniversiteye hazırlık dershanelerini kapatmıştı. Adamlar da, bakan düşürüp yeniden açıldılar. Yayıncılar Birliği’ni de yıllarca onlar yönetip çalıştırmadılar. Geneldeki tutumları bürokrat satın alıp kendi yayınlarını kabul ettirmekten ibaret. Normal kitaplar basan yayıncılar, ‘çamura taş atma, üzerine bulaşır’ tavrıyla yıllarca onlardan uzak durdular. Ancak, Altın Kitaplar gibi bazı yayınevleri çift taraflı oynadı ve ders kitabından da malı götürdü. Gel gör ki 8 yıl meselesinin deprem yaratmasından sonra sular bulandı. Eylül 1997 ayında, sevgili takınağım ve Yayıncılar Birliği'’in biricik başkanı ‘the A.A.’, konuya müdahil olup ders kitaplarını velilerin değil, öğretmenlerin seçmesi gerektiğini bir basın toplantısı yaparak savundu. Bu şu demek: Yayınevleri öğretmen satın alıyor, pardon ‘ikna’ediyor, böylelikle öğretmenler en bi’ yararlı ders kitabını seçiveriyorlar. Yahu n’oluyor; AFA da mı ders kitabı basacak veya bastı? Aynı risk çocuk kitapları için de geçerli: İleride anaokulları da zorunlu olacak; e tabii, kütüphaneleri de... 10.000.000 çocuk en az 100.000.000 tiraj ve 150.000.000 Amerikan Doları ciro eder. Aman gözünü seveyim (Çocuk Kitapları Yayıncıları Birliği başkanı ve Mavi Bulut Yayınları sahibi) Fatih Erdoğan, sen bari onlara uyma. Geriye birileri kalsın. Yayıncılık Pazarı’nda kitap durumu sergilendi. Geçelim dershanelere: Kolej ve üniversite hazırlık kurslarına yılda 500.000 kişi gidiyor. Ortalama fiyat yıllık 400.000.000 Türk Lirası (yıl sonu kuru ile 2.000 Amerikan doları). O da eder cem’an 1.000.000.000 Amerikan doları. Ortalama 100.000 kişi özel kolejlerde ve özel üniversitelerde okuyor. Onların ortalama yıllık fiyatları 1.000.000.000 Türk Lirası (5.000 Amerikan doları). Bu da eder cem’an 500.000.000 Amerikan Doları. Yani anlayacağınız azizim; üniversite bitirmek isteyen biri, 3 yaşındaki anaokulu başlangıcından 22 yaşındaki mezuniyetine dek, yalnızca okullara en az 50.000 Amerikan Doları ödemiş olmak zorunda. Bu durumda 10 yıllık bir zaman aralığında 10.000.000 kişi bırakılırsa, 500.000.000.000 Amerikan Doları eder ki bu nicelik 1997 devlet bütçesinin neredeyse 10 yıllık harcaması demektir. Buna ‘eğitmek’ değil, parayı ‘öğütmek’ denir.
Hayırlı kerhaneler, pardon karhaneler muhterem yayıncı ve eğitmen kardeşlerim...

·          

4.      Dini Kitaplar:

Fethullahçılar’ın sahip olduğu TÜRDAV, iki ayda bir yayınladığı tüm kitaplar kataloğunun yanısıra, diğer iki ayda birlerde dini / sağ (ne demekse) kitaplar kataloğu da yayınlar. İkincisinin birincisine oranı, bir bölü üçtür. Yaklaşık 350 yayıncı her nasılsa, asla yeni kitap yayınlamazlar. Bu ülkede bu denli şeriat meraklısı varken, Kur’an-ı Kerim’in yılda bir milyondan aşağı satması beklenemez. Zaten döve döve, pardon ikna ede ede her kuruma satıyorlar. Tabii ki bu miktar, sevgili diğer din, pardon ticaret kardeşlerinin satışları gibi ortalıkta görünmez. Solcularımızda olduğu üzere, sağcılarımızda da mayoz bölünme acaip modadır. Hristiyanlar bin yıl, İsa’nın yaşarken kesilmiş tırnakları ve saçları da onunla birlikte göğe yükseldi mi, yoksa yükselmedi mi diye tartışmışlar. İki taraf da, birbirini zındıklıkla suçlayıp, arada da temize havale etmişler. Bizim müslümanlar da aynı. Piyasadaki hadis kitaplarındaki tüm hadisleri toplasan üç yüz bini geçer. Hz. Muhammed’in hepsini söylemiş olması imkansız. Her klik, pardon tarikat kendi alıntısının (bu alıntılama da nasıl yapılıyorsa) doğru olduğunu savunuyor; diğerininse yanlış, dolayısıyla kafir (çünkü yanlış hadis uydurmak büyük günah). Kimsenin aldırdığı yok. Bir sağ yayıncı anlatmıştı: Üçkağıtçının biri, Kur’an-ı Kerim’i sureleri eksik olarak piyasaya sürmüş. Alıcılardan biri kitabı geri getirmiş. Satıcı da şöyle demiş: “Bre deyyus, 100’ünü okudun da, 114’üncüsüne mi kaldın?” Turan Dursun’un akıbeti malum. Merak ediyorum, bu yazıyı okurlarsa tepkileri ne olacak?

·          

5.      Dilmece:

Geçen sayıdaki dilmecede yanlışlık oldu. ‘ğ’ yerine, ikinci kez ‘g’ kullanıldı, (‘göç’ yerine, ‘öç’ sayınca) dolayısıyla bir yerine, iki harf (‘f’ ve ‘ğ’) açıkta kaldı. Çözüm şöyle olabilir: vecd, yurt, mülk, Ganj, çöz, şıh, boğ, pis (yine ‘f’ açıkta). Türkçe’de bir çözüm olup olmadığını bilmiyorum.
Türkçe dilmece için uygunsuz bir dil. 21 ünsüze karşılık, yalnızca 8 ünlü var ve her hecede bir ünlü olmak zorunda. Yine de epeyi seçenek var. 3 örnek vereyim:
1.       7 tane 4 harfli ve 1 ünlülü sözcük ve geriye kalan 1 ünlü (harf adı anlamında).
2.       6 tane 4 harfli, 1 tane 3 harfli sözcük (2 çeşidi var) ve 1 tane 2 harfli sözcük (2 çeşidi var).
3.       5 tane 4 harfli, 2 tane 3 harfli ve 1 tane 2 harfli sözcük. Asıl sorun 4 harfli sözcükleri ayarlamak. Türkçe’de 4 harfli sözcük / hece sayıları oldukça sınırlı. Ancak, dilimize her geçen yıl yeni sözcükler katılıyor ve bu tür sözcükler hem batı (‘şarj’ gibi), hem de doğu (‘fakr’ gibi) dillerinde var. Dilmeceye bir de, (‘Lüksemburg’dan’ gibi) uzun denemeler eklenebilir ama o zaman daha çok harf kullanılmamış olur. Bugüne dek Türkçe bulmacalarda böyle bir çeşide raslanmadığı için, doğru yanıtın olup olmadığını bilmiyorum.

·          

6.      Türkçe ve Alfabeleri:

Türkçe, bugüne dek onun üzerinde alfabe kullanmış. Bilinen en eski Türk Alfabesi, aynı zamanda en eski Türkçe metinlerin üzerinde yazılı olduğu, 8. Yüzyıl’a tarihlendirilmiş, Göktürk Alfabesi kullanmış ve dikili taşlar üzerine kazılı Orhun Yazıtları. En son kullanılan alfabe, Latin Alfabesi sanılsa da, Türkçe bu alfabeyi bilindiği kadarıyla ilk kez, hristiyan Türkler için yazılmış, eldeki en eski örneği 12. Yüzyıl’a tarihlendirilmiş (bulunduğu yer nedeniyle öyle adlandırılmış) Sicilya Kodeksi’nde yazılı dini metinlerde kullanmış. Bunların yanısıra; Mani, Uygur, Arap, Ermeni, Gürcü, Yunan ve Kiril alfabeleri de Türkçe yazmak için kullanılmış. Musevi Türkler’in olduğu biliniyorsa da, onların İbrani Alfabesi (veya başka bir alfabe) kullanıp kullanmadığını bilmiyoruz. Seferadlar’ın (İberya Yahudileri) Latin Alfabesi kullanarak Eski İspanyolca ve Eşkenazlar’ın (Doğu Avrupa Yahudileri) ise, yine Latin Alfabesi kullanarak İbranice-Almanca karışımı bir dil olan Yidce (Yiddişçe de deniyor ama bence yanlış, Danimarkaca yerine de Danca demek gerekir ama İngilizce dendiğine göre, morfoloji yerine, alışkanlık gözönüne alınıyor demektir) kullandığı gözönüne alınırsa, illa ki İbrani Alfabesi kullanmaları zorunluluğu yok demektir. Devletin Türkçe konuşmayı ilk kez yasal zorunluluk saydığı 13. Yüzyıl Anadolu beyliği Karamanlılar’ın Yunan Alfabesi kullanarak Türkçe yazmaları da (ki buna da Karamanlıca deniyor) tarihin ironilerinden biri. (Ayrıca, genelde Ortodoks olan Rumlar’ın tersine, Katolik olan Rumlar’ın, Yunan Alfabesi yerine Latin Alfabesi kullanmaları (ki buna Katolikçe deniyor, hatta bu dilin sözlü halinin de, olağan Yunanca’dan farklı olduğuna ilişkin tanıklar var (bakınız: Yitik Kentin Kırk Yılı, Kozmas Politis, Belge Yayınları). Ermeni Alfabesi kullanımının, Ermenice yerine Türkçe yazmayı yeğleyen Ermeniler’ce başlatıldığı önesürülür. Ancak Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’ten sonra, ermeni okullarında Türkçe öğretiminin bu alfabeyle yapıldığına ilişkin kayıtlar da var. Türkiye’deyken evde İbranice, sokakta Türkçe konuşan Museviler’in, İsrail’e yerleştikten sonra evde Türkçe, sokakta İbranice konuşmaları da kültürün cilvelerinden biri. (19. Yüzyıl’a ait dini bir kitapta, Kürtçe’nin Ermeni Alfabesi ile yazılmış biçimi var. Bu konuyu bilenlere danıştım. Böyle bir şeyi duyan olmamış. Kürtler’e ‘Ermeni dönmesi’ diyen resmi tarih tezicilerden ve böyle bir kanıtı emperyalist ve davalarına aykırı bulacak sempatizanlardan kitabı korumak için onu ‘attağ’ sakladım.) Zaten istenince her dil, her alfabeyle yazılabilir. (Japonca’da, Amerikanca’nın (ne demekse) icadı olan ‘girl-friend’, hem sözcük sözcüğe çevirisi biçimiyle, hem de ‘gölflend’ (Japonca’da ‘r’ harfi yok ve ona yakın harf olarak ‘l’ ile karşılıyorlar. Hatta bir Japon, bu harfi bir yaşından sonra öğrenemiyormuş) olarak, her iki biçimi de anlamlı sayıyorlarmış.) Yeryüzünün bütün alfabeleri yapaydır. Fonemler (: sesbirimler) ve morfemler (: yazıbirimler) birbirine hiçbir zaman birebir karşılık gelmez. Zaten Türkçe harf değil, hece veri tabanlı bir dildir. Ayrıca; ‘tren’, ‘tiren’ olarak yazılsa gerekirdi ve ‘spritizma’ yerine, ‘ispirtizma’ demek de gülünç kaçıyor (yani bu konunun bir çözümü yok). Bence ‘parabol’ yerine, ‘parabôl’ yazılsa daha uygun olur ama şapka getirile götürüle anlamsızlaştırıldı. Latin Alfabesi’nin Türkçe için kalıcılaşması için, 12. Yüzyıl’dan 21. Yüzyıl’a dek neredeyse bin yıl geçmiş (bütün Türki cumhuriyetler önümüzdeki on yıl içinde bu alfabeyi kullanmaya başlayacak) ama sanılmasın ki sonul olandır.

·          

7.      İmlaya Dair ve/ya Yazıma İlişkin:

Kabul edilebilir veya edilmeyebilir bazı çeşitlemeler:
·         (,,,: 3 virgül): Patenti Leyla Erbil’e aittir. (.) – (...) arasındaki ilinti, (,) – (,,,) arasında da vardır. Aralığın soluğunu uzatır.
·         (?)’dan sonra (:) veya (,) kullanılabilir ama Türkçe’ye uymuyor, çünkü tümce sonunda iki farklı im kullanılmıyor. Oysa, (!...) yoksa (!..) mı?) ve/ya (?...) var.
·         (:)’dan sonra, küçük veya büyük harfle başlamak seçimlidir. Tam tümce yazılacaksa, büyük harf önerilir.
·         (Saatte) yerine, (saatta) demek daha makul. (Eskiden ‘cumhuriyet’, ‘cümhuriyet’ olarak yazılırmış ama vazgeçilmiş.
·         Türkçe’de (- -) yoktur, (( )) vardır. Eskiden (<< >>) vardı ama şimdi kullanılmıyor.
·         Alıntılar ve italiklemeler için (‘ ‘) yeterlidir, (“ “) gerekmez. Özel adlarda (‘)’dan önceki sert ünsüzlerde yumuşama kullanılmaz, (Susurluk’u) gibi.
·         Türkçe’de üçten çok ve iki nokta yoktur.
·         Okunması zor olsa da, (( )), [( )] ‘dan yeğdir.
·         Şiirde (,) kullanımı, aslında nesirdeki gibi olmalıdır ama nedense şairün buna hiç dikkat etmiyor; ‘şiir değil mi, uydur uydur söyle’ tutumu var.
·         ‘XIX. Yy’ kullanımı, her açıdan göze sakil geliyor. Romen Rakamları kullanımı da, ‘yy’ kısaltması da uygunsuz. ‘1987’ gibi, 19. Yüzyıl da biricik bir zaman adıdır, yani özel addır, dolayısıyla büyük harfle yazılsa gerekir. Bir tek ’19.Yüzyıl’ olarak yazılıp araya bir boşluk konulabilir.
·         ‘yüzde 15’ değil, ‘% 15’ yazılır.
·         ‘bin 945’ değil; ‘1.945’ veya ‘bin dokuz yüz kırk beş’ yazılır. (Yıllar için nokta kullanılmaz ama diğerleri için her üç hanede bir nokta kullanılır.)
·         ‘Kitap Denklemleri’ndeki ‘Milan Kundera > John Berger’ kullanımı yadırgandı ama ‘>’ da, matematik dilinde olsa da, bir noktalama imidir. (Bilgisayarda yok ama üstküme ve altküme imlerini de kullanmak olalıdır.)
·         Bütün noktalama kuralları, keşif değil, icad edilir. İnsan türü 4.000 yıl boyunca hiçbir noktalama kullanmadan yazdı. Türkçe de 1900’lere dek, pratikte noktalamasızdı. 1928’de Latin Alfabesi kullanımına geçilince, noktalama imleri olduğu gibi alındı. Ancak, veri tabanı alınan üç ana dilin (Fransızca’nın, Almanca’nın ve İngilizce’nin) bu konudaki farklılıkları hesaba katılmadı. ‘1.234’, ‘bin iki yüz otuz dört’ müdür, yoksa ‘bir tam binde iki yüz otuz dört’ müdür? ‘90’lı yıllara dek, ilki yeğleniyordu, şimdilerde ikincisi yeğleniyor.
·         Diller devingendir. Yenilenme sürer. Örneğin; en yeni noktalama imi (/), hem ‘ve ve veya’, hem de ‘ve veya veya’ anlamlarına gelir. Dolayısıyla, ‘ve/veya’ değil, ‘ve/ya’ daha geçerlidir. Önümüzdeki yıllarda yeni imler de yaratılabilir.

·          

8.      Bahra Lambaya:

Bu bir şiir kitabıdır. Yazarı, Yusuf Algazi’dir. (Bu metni yazarken, 10 yıl önce gördüğüm nüshasını ne yazık ki bulamadım, o nedenle künyesini alıntalayamıyorum.) Özelliği, 100’ü aşkın sayfa boyunca, 100 civarında şiirde kullanılan 1.000’i aşkın sözcüğün hiçbirinin, Türkçe’deki hiçbir anlamlı sözcük olmamasıdır. Bu özellik kitabın başında da belirtilmiştir.
Türkçe, yaklaşık 100.000 sözcük içerir. Sözcük başına ortalama hece sayısı 2-3 arasındadır; 2,5 diyelim. Tek hecelerin kombinasyon hacmi (8 + 168 + 3.528 + 3.528 + 74.088 =) 81.488’dir. Bunun 2,5’uncu üssü 200.000.000’un oldukça üzerinde olasılık çeşidi verir. Dolayısıyla aradaki fark, yine iki yüz milyonun üzerinde kalır. Bu yalnızca bir sözcük için geçerli bir sayı. Demek ki saçmalamanın olanakları çok geniş.
Yusuf Algazi’nin Lewis Carroll’ın yazdığı ‘Jabberwocky’ adlı şiirinden haberdar olup olmadığını merak ediyorum. Bu şiirin, ‘İngilizce yazılmış en önemli anlamsız şiir’ olduğu söylenmiş. (Bakınız: Marlene Dolitsky, Metis Çeviri, Sayı 7, Bahar 1989, Sayfa: 45.) Devamı ilginç: Bu şiir, Fransızca’ya iki kez çevrilmiş. (Nasıl çevrildiği aslında çeviri dosyasında yer almalı.) Yusuf Algazi’nin bu kitabını, diyelim Arapça’ya çevirseler ilginç olurdu. Yine de, Türkçe’de bilinen tek örnek olması önemli.
Şimdi: Bir kişi neden anlamsız şiirler yazar ve bir çevirmen neden bunları çevirir? Yusuf Algazi, Lewis Carroll’ın tersine, anlamlı bir tümce yapısı kurmamış. Neden o değil de, bu? Gerçi, tersi de geçerli; anlamlı şiirlerdeki ‘ölümle öpüşmek için dişlerini fırçalayan’ şair de, Bahra Lambaya’dan daha çok saçmalıyor. Dünyanın anlamsız-saçma olduğu kanısında değilim. Anlamak, kuşkusuz yoğun zihinsel çaba gerektiriyor ama güreşmeden sırtüstü yere yatmanın da bir alemi yok.
Her zaman söylerim, ‘şairler beyinsizdir’ diye...

·          

9.      Nakil, Tefsir ve Telif:

Yazarların tamamına yakını nakil ve tefsir eder, yani kendinden önce yazılmış olanı aktarır ve yorumlar. Nakliyat-ül-muharrirün tahrif ve tahrip eder. Güneşin altında söylenecek her sözün sarf edilip bitirildiğini, yeni gelenlere ancak eskiye yardakçılık etme rolünün uygun düştüğünü beyan ve iddia eder. Böylelerinin ruhunda gönüllü kölelik vardır, kapıkulu olup borazanlığını üstlenecekleri edebiyat tekkesi ararlar.
Yazarların hiçe yakını telif eder, yani kendinden önce yazılmamış olanı tasarlar ve yaratır. Telif-ül-muharrirün, fikrini zikrederler. Böylelerinin beyninde isyan vardır. Ekolleri yıkar, yenilerini kurar. Gün gelir, kendini de yıkar.
Türkiye’de roman, Tanzimat’tan sonra Fransızca’dan beşinci sınıf romanların nakliyle / çevirisiyle başlar. Ardından konu ve başlık intihalleri sürer gider. 15 yıl rötarla Avrupa Yazını’ndan çarpıtılmış araklarla yazar olunur. Sabahattin Ali bile, Raymond Radiguet’nin ‘İçimizdeki Şeytan’ını (Can Yayınları, 1985, 100 sayfa) adını bir romanında, konusunu diğer bir romanında (Kürk Mantolu Madonna) kullanır. Orhan Kemal, John Steinbeck’in ‘Bir Zamanlar Harp Vardı’sının adını kullanmaktan çekinmez. (İntihal ayrı bir yazının konusu olacak, geçiyorum.)
Nakil ve tefsir, 1990’larda da sürüyor. 1986’daki Glastnost’tan sonra fiilen biten post-modernizm Türkiye’de şu sıralar fena halde ‘in’. Köylü/taşralı kadın öykü yazarları bile bokunda boncuk, pardon öykülerinde post-modernist esintiler arıyor. 2000’ler telif yazmanın en zorlaştığı dönemlerden biri olacak.
Sonsöz-cük: Okurun da, telif olanı (kitabın aslını okuyanı) da vardır, tefsir (kitabın yorumlarını okuyanı) olanı da vardır.

·          

10.  Nanename:

‘Name’, sonek olarak kullanılır. Osmanlı, Arap ve Fars Edebiyatı’nda belli bir konu üzerine yazılmış eserleri adlandırmak için kullanılır. Etimolojik olarak ‘mektup’ anlamına gelir ve Farsça’dır. Her konuda ‘-name’ yazılabilir. Genelde her biri biriciktir. Kitapname de adını buradan almıştır. (Tanzimat’tan bu yanaki 150 yılı aşkın sürede bir tek kitapname yazılmamış olması her zaman hayretimi çekmiştir. Bir tek Doğan Hızlan’ın Kitaplar Kitabı’sı vardır ama o da yalnızca kitap tanıtım / eleştiri yazılarından oluşur. Kitabın herşeyiyle ilgilenmez.) Tarihsel olayların güncesine vakayiname, padişaha övgü taşıyanlara iltifatname, kazanılan savaşları anlatanlara fetihname, cinsel ilişkilerden söz edenlere bahname (ki bunlar resimliydiler de), şehzadelerin sünnet düğünlerini ve padişahların nikah düğünlerini anlatanlara surname denirdi. Name’nin edebiyat dışında, ‘beyanname’de olduğu gibi, kullanımları da vardır.
1018-1092 yılları arasında Mavera-ün-nehir’de (bugünkü Seyhun ve Ceyhun ırmaklarının arasındaki bölge) yaşamış olan ve Selçuklu hükümdarı Alpaslan’a ve oğlu Melikşah’a toplamda 28 yıl vezirlik yapmış olan Nizam-ül-Mülk’ün ölümünden önce tamamladığı ama 1110’da yazılan (aslında elyazması düzenlenerek çoğaltılan) Siyasetname (Dergah Yayınları, 1985, 350 sayfa) bilinen en eski namelerden biridir. Adından da anlaşılacağı gibi, devlet yönetimi elkitabı olarak tasarlanmıştır. Bu gelenek Çin’de M.Ö. 500’den beri vardır. O nedenle, konusunun ilki sayılmaz ama ad açısından ilk olabilir.
Tahmin edilebilir: ‘Nanename’ bir latifeydi ama pekala bir name bibliyografyası olarak gerçekleştirilebilir.

·          

11.  Sözcük Türleri:

Türkçe’de kaç sözcük türü vardır? 8 denir: Ad, sıfat, fiil, zarf, edat (ilgeç), soru, bağlaç, ünlem. Hayır.
1.       Ünlem bir sözcük türü sayılamaz, o nedenle ünlem imi ‘!’ de bir noktalama imi değildir.
2.       İlgeç ve bağlaç, işlevsel olarak özdeştir, o nedenle iki ayrı kategoriye gerek yoktur.
3.       Sıfat adı, zarf da fiili nitelediği için, ikisi de işlevsel olarak özdeştir. Böylelikle sözcük çeşidini 5’e indirdik. Duydum: Siz de bana ‘hayır’ dediniz.

·          

12.  Siberuzay ve Kitapuzay:

‘Siberuzay’ sözcüğü, 1984’te William Gibson’ın yazdığı ‘Neuromancer’ adlı bilimkurgu romanda ilk kez kullanılmıştır. Bilgisayar ağlarının yarattığı sanal bir dünyayı tanımlar. O günden bugüne dek, üzerine daha bir çok anlam yüklenmiştir;
‘Kitapuzay’ da yapay bir sözcüktür. Türkçe’de şimdiye dek kimsenin kullandığına raslanmamıştır. Tıpkı siberuzay gibi, kitapuzay da sanal bir dünyadır. Ondan farklı olarak, hem hayali olabilir, hem de tarihi / evrimi değiştirebilecek denli, somut gerçekten daha gerçek olabilir. 2000’de Dünya’da yılda bir milyon civarında kitap basılmaktadır. Ancak, bunun tahmini % 10’u kitap kitaptır. 250 dilde de % 10’luk yinelenme firesi hesaba katılırsa, sayı 10.000’e düşer. 100 yıllık bir zaman katsayısı kullanırsak, tüm zamanların kitapuzayının yalnızca bir milyonluk bir hacim tuttuğunu görürüz. Bu yekun; Aristo’nun Metafizik’ini, Lao-Tzu’nun Tao-te-King’ini, Tevrat’ı, İncil’i, Kuran’ı; Albert Einstein’ın Görelilik Kuramı’nı, Werner Hiesenberg’in Bütün ve Parça’sını, Max Planck’ın Kuantum Fiziğine Giriş’ini içerir. Hemen hiçbir türk yazarı içermez. James Joyce’u, William Faulkner’i ve Jorge Luis Borges’i de içermez.
Kitapuzayda köruçuşu beyin yolculuğu güzeldir. Işık hızını bile aşabilirsiniz. Estetiği güzelin bilimi olarak değil, sanatın matematiği ve kültürolojisi olarak katedersiniz. Felsefeyi, iyinin sorgulandığı etiğin ayakçısı olarak değil, ötelerin arandığı bir metafizik olarak yaşarsınız.
Kitapuzay topolojiktir: Sınırsızdır ama sonludur.
Daha nice siberuzaylar ve kitapuzaylar tasarlanabilir.

·          

13.  Polisiye Romanlar:

Polisiye romanların piriyesi sayılan ve kitapları 20.Yüzyıl’ın sonunda Dünya’da en çok dile çevrilmiş ve toplamda en çok satmış yazar olan Agatha Christie’ye pek ısınamadım. Bir (daha doğrusu birarada basılmış iki) kitabıyla ilk karşılaşmam 11 yaşımdayken oldu. Sonraki yıllarda 20’yi aşkın romanını okusam da, onu hala pek sevmem. Buna neden, (bir başkası öyle söyledi) çevirilerdeki hatalılık olabilir ama özgün dili olan İngilizce’de okuduğumda da bana yavan geldi. Sanırım asıl neden, bir zamanların topraklarında güneş batmayan bir ülke vatandaşı olmanın narsisizminden gelen, mağrur-kibirli İngilizce’de ‘nobility’ denen şey) dil - dünya yaklaşımı olsa gerek. Okuyucu olarak aşağılanmayı sevmem.
Asıl sevdiğim yazarlara geçeyim:
Per Wahlöö ve Maj Sjöwall ikilisiyle ilk kez, yine 11 yaşımdayken ‘Balkondaki Adam’ romanlarını okuduğumda karşılaştım. İsveçli olan bu yazarlar birlikte, ‘Martin Beck dizisi’ olarak bilinen 10 kitap yazmışlar. Dizinin ikinci ile altıncı kitaplarına dek olan 5 romanı 1988’de peşpeşe okudum. Diziyi Milliyet Yayınları basmıştı ve orada durmuştu. 1997’de yedinci ile onuncu kitapları içeren 4 roman hala basılmamış durumda. 1990’da onuncu kitap olan ‘Terrorists’i İngilizce nüshasından okudum. Martin Beck polisliği bırakıyordu. (Asıl nedenin yazarlardan erkek olan P.W.’nin öleceğinin anlaşılması olduğu söylenir.) 1996’da yedinci ile dokuzuncu arası bir kitap olan ‘Marathon Man’den, İsveç yapımı bir video filmi olarak haberdar oldum. Yıl 1997. İki kitap hala eksik. 27 yıl geçmiş. Polisiye romanlar için bu çaba değer mi? Değer. Böylesi 20. Yüzyıl’da yazılmadı.
Lawrence Sanders’le karşılaşmam da eksantrik: Mağrurlar’ının Türkçe’si iki cilt olarak basılmış. Birinci cildi, Türkçe olarak 1978’de okudum. Devamını İngilizce olarak 1988’de okudum. ‘Nedensiz cinayet’ kavramını tasarlamama bu yazar neden oldu. 1997’e dek 10 romanını okudum (1’i İngilizce’ydi). Hala döner döner, onları yine okurum.
George Simenon’la ne zaman tanıştığımı anımsamıyorum. Ancak bildiğim, romanlarındaki buruk tadı ve Maigret’sini sevdiğimdir. Nisan Yayınları, tüm diziyi bastıkça, herhalde epey yıl daha okumayı sürdürürum.
Dashiel Hammett’la ve Sırça Anahtar’ıyla, 1986’da yaşamımda ilk kez bir evde tek başıma kalmışken karşılaştım. L.S.’tan farklı olarak katı gerçekçiydi. Yalnızca 4 roman yazmış. Kitapları bana her zaman, televizyonda ve sinemalarda gösterilmeyen yüzüyle Amerika’yı yaşatmıştır.

·          

14.  Kütüphane-ler:

Bir kütüphane nedir? Ne işe yarar? Kaç tane ve hangi kitapları içerir?
Dünyanın en büyük kütüphanesinde, ABD’deki Washington Kütüphanesi’nde bilgisayarlaşmaya geçilmeden hemen önce, 1990’lar arifesinde, on beş milyonun üzerinde nüsha vardı. Türkiye’de iki bin kitabı bir odaya koydun mu, ‘il Halk Kütüphanesi’ oluveriyor. Oran, neredeyse bire on bin.
İnternet devreye gireli beridir teorik olarak sonsuz bir metinler hacmine, Dünya’nın her noktasından anında ulaşmak mümkündür. Demek ki sorun nicelik değil nitelik. ABD’de bir yılda basılan elli bin kitabın belki on bini; tüm talep süresi bir yılı geçmeyen cep romanlarıdır. Ders kitapları her ne hikmetse her yıl değişir. Eski basımlar, zaman içinde üniversite kütüphanelerinin raflarında küflenir durur.
İskenderiye Kütüphanesi’nde on bin kitap var. Bunların yarısından çoğuna 4 yıldır el bile sürülmedi. Neden kitapların işlevsizliği değil. Öğrenciler ders çalışmaktan okumuyorlar. Mezun olunca da, çalıştıkları için okumuyorlar. Emekli olunca da, yorgunluktan okumuyorlar.

·          

15.  Küfür ve Argo:

1987’de seyyar kitapçılık yapmaya başlayıp sokaklara düşünce, küfürle teşrik-i mesaim başlamış oldu. Daha o zamanlar, Can Yücel’in ‘küfür dillerde açan en gümrak (:güzel) çiçektir’ sözünü duymamıştım. Küfürün yüceltilmesine karşıyım. Ancak; Beyoğlu’nun taşıta kapalı dar sokaklarında insanların üzerine motorsiklet süren kuryelere, uzaya gidilmediğine inanan mühendislere, bile bile çalıntı kitap satan kitapçı meslektaşlarıma, parayla sınıf geçiren öğretmenlere, kerhaneye her hafta gidip kapatılmasını savunan müslümanlara, kitap birim fiyatını bire on oranında farklılaştırabilen yayıncılara, beni işkenceye yollayıp ‘fena mı yani, hayat tecrübesi kazandın’ diyen hıyara, sarhoş olup sevgilime cinsel tacizde bulunan sözde arkadaşa, can sıkıntısından grup takılan çiftlere, damardan tuzlamayı başkaldırı sayan ebleh ergenlere, ilah hep küfrederim, hem de tükürükler saçarak... Biliyorsunuz; cumhurbaşkanına, genelkurmay başkanına, üç peygambere küfredilmez ama her gün sokakta birbirlerinin allahına ve milletvekillerine küfreden yüzlerce kişi duyulur. Küfür yamuk iştir ve Kitapname feci küfürbazdır vesselam: Sağına da küfreder soluna da; kitaplı geçinenine de küfreder, kitapsızına da; yayıncısına da küfreder, yazarına da... Amma ve de lakin, asla hak etmeyene küfretmez.
‘Argo’, ‘küfür’ anlamına kullanılsa da, ‘jargon’dan gelip ‘altdil’ anlamına gelir, yani ‘bilim argosu’ diye bir şey gerçekten vardır. Fuhuş gibi sektörlerde çalışanların argosundan dolayı, bu yan anlamı da edinmiştir. Kitapname de bir argodur; kitabın jargonunu kurar. Kitapça’ya yeni sözcükler ve yeni anlamlar kazandırır. Adından başlayarak hitamına dek kendi özel dilini kurar: Kitapnamece...

·          

16.  Ne Yapmalı?

‘Ne Yapmalı?’ adını taşıyan iki kitap vardır: Çernişevski’nin yazdığı ve V.İ. Lenin’in yazdığı. Her ikisi de 19. Yüzyıl sonunda tarihe sıkışıp kalan Rusya için ne yapılacağını sorgular. Biz de, 20. Yüzyıl’ın sonunda tarihe sıkışıp kalan Türkiye için ne yapılabileceğini sorguluyoruz:
Yayıncılar için ne yapmalı?
Ders kitapları için ne yapmalı?
Eğitim için ne yapmalı?
Din (suistimali) için ne yapmalı?
(Katledilen) Türkçe için ne yapmalı?

İskenderiye Kütüphanesi okurları için ne yapmalı?


KİTAPNAME : 12 + 13


12

1.      Kitapname Son Virajda Sprintte:

Kitapname sonunda bir kitap boyutuna ulaştı. Üzerinde yoğun çalışıldığı son 2 yılda yazılmış, taslak durumundaki 100, tamamlanmış durumdaki 50 parça, kitabın dışında bırakıldı. Böylelikle ilk kitap, yalnızca yayınlanmış metinlerden oluştu. (Aslında; tamam olan 5, hemen bitirilme eşiğinde 4 kitap daha var ama onlar ertelenmiş projeler olarak bırakıldı.) Bıçak sırtında amok maratonu koşan birinin depar atması bence de narsistçe ama yaşım kırka basamak dayadı. Doğrusu, ellimde keşfedilmek istemem. Tabii bu çaba, beynimi soluk soluğa bıraktı. Ocak 1998’de görüleceği üzere, bunun da çaresi bulundu: Hazır bir diziyi yayına sokmak.
(Not: O dizi hiç yayınlanmadı.)

·          

2.      Türkçe’deki En Uzun Sözcük:

1992 basımı Guinness Rekorlar Kitabı (Dünya’daki gerekli gereksiz her konudaki en’leri kayıtlayan almanak), dünya dillerindeki en uzun sözcükler sıralamasında Türkçe’yi üçüncü sıraya koymuş.
Üçüncü en uzun sözcük “Çekoslovaklılaştırabildiklerimizden misiniz?’ 42 harfli. ‘Bunu herkes biliyor zaten’, denilebilir. Oysa; bunun ‘Çekoslovakyalılaştırabileceklerimizden misiniz?’ ve ‘Çekoslovakyalılaştırabilmiştiklerimizden misiniz?’ versiyonları da var. İlki, 3 harf daha uzun ve 45 harfli; ikincisi 5 harf daha uzun ve 47 harfli.
(Ek: ‘misiniz?’ yerine, ‘miydiniz?’, her seçeneğe birer harf daha ekler.)
Muhaleft şerhleri:
1.       Artık ‘Çekoslovakya’ diye bir ülke yok; ‘Çek Cumhuriyeti’ (aslında Türkçe’de ‘Çekistan’ demek daha uygun) ve ‘Slovakya’ olarak (Doğu Avrupa ülkeleri içinde gönüllü ve savaşsız ayrılan biricik örnek olarak) 1994’te ikiye ayrıldı. Dolayısıyla kimse ‘oralılaştırılamaz’.
2.       Sözcüğün ilk harfi büyük değil, küçük olsa gerek; çünkü ortada bir özel ad değil, cins eylem-ad var.
3.       ‘misiniz’in ayrı yazılması, bu sözcüğü tek olmaktan alıkoyar aslında.
4.       Kök sözcük 12 harfli. Oysa; Türkiye’de 14’er harfli (yeniden il olmak üzere olan) ‘Şebinkarahisar’ ve ‘Afyonkarahisar’ var. Bunları kullanarak sonucu 49 harfe çıkarabiliriz. Asıl, bir de ‘Mustafakemalpaşa’ var ki sonucu 1 harf daha arttırıp 50 harfe çıkarır. (Bunların ayrı yazılacağı itirazını ciddiye almam, çünkü karayolları levhaları hepsini bitişik yazıyor; isteyen şöyle 500 kilometrelik bir tur atıp gözüyle görsün. Ayrıca sonuncusunun bu adı almasının ilginç bir öyküsü var, onu da bilenler bilmeyenlere anlatsın.)
Böylelikle 42 harften 50 harfe çıktık ve Türkçe’mizin rekorunu 3 kez daha yeniledik. Maksat dilimize katkımız olsun. Fek’at madalya sıralamasında hala yerimiz aynı (ikinci sıradaki 60 harfli); bu konuyu, adı 100 harfli yeni bir yerleşim merkezi kurarak kesinkes çözebiliriz. (Örneğin, Avustralya’da bir köyün adı 100 harfli. Bunu kullanarak belki sorunumuzu halledebiliriz. Ne yani, Guinness Rekorlar Kitabı’na girmek için uğraşmak, çok mu salakça? Millet; zehirli yılanlarla birlikte uyumaktan, ağzına sığdıramayacağı kadar sigarayı birarada içmeye kadar neler yapıyor. Bunu biliyor musunuz?)
Dipnot: Bazı kimyasal bileşiklerin adının harf sayısı, sözügeçen sayıların çok üzerindedir. Örneğin; genetik yapımızı belirleyen DNA’nın (deoksiribo nükleik asitin) adının kurallara (bunu uluslar arası bir kurum saptar) uygun tam açılımı (İngilizce’de) yaklaşık 207.000 harflidir. Ondan da büyük moleküller sentezlemek olalıdır; dolayısıyla en uzun sözcüğün harf sayısında kuramsal olarak üst sınır yoktur.
Bir de Dünya dilleri arasında yapısal ayrımlar var. Örneğin; Çince’de morfemler (: yazıbirimler) harf değil, hece esaslıdır. İngilizce ve Türkçe arasında ise (çeviri deneyimlerimden biliyorum), metin uzunluğunda ‘4/3’ gibi limit bir oran vardır. Bu da sonucu etkiler.

·          

3.      Türkiye’de Kitapta En’ler:

Resmen en çok kez basım yapan kitap: Tanrıların Arabaları (Erich Von Daniken): 69 kez (1973-1997 başı itibariyle). (Ek: Aziz Nesin’in ‘Sizin Memlekette Eşek Yok mu?’ kitabı Ocak 1995 - Ocak 2000 arasında 91 basım yaptı.)
En çok satan kitap: Kur’an-ı Kerim (yılda ortalama bir milyon nüsha basım ve Türki Cumhuriyetler’e son 5 yılda on milyon bedava nüsha).
En büyük transfer ücreti: Orhan Pamuk (Can Yayınları’ndan İletişim Yayınları’na geçmek için 50.000 dolar aldığı söyleniyor).
En çok kitap yazan erkek yazar: Kemalettin Tuğcu (1901-1996) 300’ü yayınlanmış, 400 kitap.
En çok kitap yazan kadın yazar: Kerime Nadir (30 kitap)
Latin Alfabesi ile basılan ilk kitap: Yeni Türk Alfabesi, Devlet Matbaası, Ankara, 1928, 40 sayfa.
Kitabı basılan en yaşlı yazar: Kemalettin Tuğcu (95 yaş).
Kitabı basılan en genç yazar: Genç Yazarlar Antolojisi esas alınırsa 15 yaş (10’dan çok kişi), Çocuk Şairler Antolojisi esas alınırsa 10 (10’dan çok kişi).
Türkçe’deki en uzun kitap: Sicill-i Kavani (Yasalar Kayıdı): (1920-1997 arasında, ortalama 2.000’er sayfalı 64 cilt).
Türkçe’deki en kısa kitap: Risaleler (kitap formunda makale; en kısa örnek 4 sayfa)
Türkçe’deki en anlamsız kitap: Bahra Lambaya (Yusuf Algazi)
Türkçe’de en çok yazan yazar: Çetin Altan (kendi iddiasına göre 35.000 parça metin)
1997’de basımı olup da Latin Alfabesi ile ilk basımı en eski kitap: 1929’da basılan Türk Klasikleri.
1997 kataloglarında ilk basımı yer alan en eski kitap: Wright Mills, İktidar Seçkinleri, Bilgi Yayınevi, 1971. (Aslında telif hakkı ödememek için üç kağıt sözkonusu,).

·          

4.      Türkçe’de En’ler:

En çok sözcüklü tümce: Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında 250 sözcük.
En az sözcüklü tümce: (.Æ) Hiç sözcüksüz, patenti alınamaz.)
En çok noktalama imli tümce: Limit sonsuz olduğu için, örnek alınmadı.
En az noktalama imli tümce: ‘Al.’ (Bir taneli.)
En çok anlamlı sözcük: ‘Almak’ (TDK sözlüğü, 1983; 40 kök + 15 bileşik anlam)
En az anlamlı sözcük: ‘Birt’ (sıfır anlamlı)
Sözlükte en çok kullanılan ilk harf: ‘K’ (204 sayfa ve yaklaşık 6.000 başlık).
Sözlükte en az kullanılan ilk harf: ‘J’ (1 sayfa ve 37 başlık).
Türkçe’deki en eski harf: O. (İlk kez Fenikeliler’in kullandığı M.Ö. 1300’den, yani 3.300 yıldan beri aynı yazılıyor.)
Türkçe’deki en yeni harf: J. (Latin Alfabesi’nin kabul edildiği 1928’den beri, yani yalnızca 59 yıldır kullanılıyor. Latin Alfabesi’ne de 1600’lerde Y’nin yerine kullanılarak girmiş.)
Türkçe’nin en çok sözcük aldığı dil: Arapça (sözcükler giderek azalıyor ve İngilizce kökenli sözcükler giderek artıyor).
Türkçe’nin en çok sözcük verdiği dil: Azerice.
Karşıt anlamlı palindrom: Keriz - Zirek (: Akıllı).
Bir sözcükte tek başına olup en çok yinelenen ünlü harf: Anavatandan (5 kez ‘A’); Felemenkçe’den (5 kez ‘E’).

·          

5.      TÜYAP:

Bu yıl, ülkemizin en güzide fuarlarından, kitap fuarının 16’ncısını intisap etmiş bulunuyoruz. Vatanımıza, milletimize hayırlı ve uğurlu olsun. 1982’de çiçeği burnunda bir okurdum. Yeni kitaplarla % 20 indirimli olarak buluşmak (o zamanlar Beyoğlu’ndaki indirimli kitap satan kitapçılar yoktu henüz) ve onca kitabı birarada görmek beni hezeyana boğardı. Öğrenci olduğumdan dolayı, içeri ücretsiz girebilmek, ayrı bir zevk konusuydu.
Sonra sonra işin rengi değişmeye başladı. 1987’de seyyar kitapçılığa başladım. Ticari bilincimin beni cehennemin dibine taşıması yaklaşık 5 yıl aldı desek, 1992’de yayıncılara karşı filmim kopmuş demektir. Sander’den Kuram’a dek, bir çok ciddi ve onurlu yayınevinin batışına tanık oldum. Yanısıra; bugünün devleri doğuyor, semiriyor ve tekelleşiyordu. TÜYAP, bu para soğurmanın birinci kaynağıydı. Yayıncılar; peşin para ile, dağıtımcıya vereceği % 40-50 komisyonu vermeden, imza günleri aracılığıyla, okuru dolduruşa getirip, okumayacağı kitaplar satın aldırarak, bir yıllık nakit girdilerini tamamlıyorlar. Dünyadaki hiçbir kitap (veya bilmem ne) fuarında üreticiler perakende satış yapmazlar, yalnızca bağlantı kurarlar.
Son yıllarda, özellikle İstanbul’daki kitapçı dernekleri isyan halinde, satışları sıfırladı çünkü. TÜYAP’sa tersine, İstanbul’dan Ankara ve İzmir’e genişlemek peşinde (idi). Şimdilerde, göğüs göğüse mücadele sonucu, ufak ufak geri adımlar başladı galiba. Bir de bu sene fuarın mekanı, kentin merkezindeki Tepebaşı’ndan 50 kilometre öteye, Beylikdüzü’ne taşındı. Bakalım ne olacak? Sonra, Ekim 1997’de Yeşilköy’de düzenlenen, alternatif aday adayı, ‘Kitap Şenliği’ oldu. Kısacası büyük para, bağlı kuş küçük parayı vurdu. Inınınn... Savulun, Raks Doğan ve Ad Yayıncılık geliyor. Maksat, hileli bir maç olsun: Milliyet Karacan’a pas atar, Simavi bir smaç vurur; Yayıncılar Birliği yerde...
(Not: TÜYAP yine Tepebaşı’nda yapıldı ve A.A. yayıncıların TÜYAP’ta satış yapmasının yanlış olduğunu itiraf etti.)

·          

6.      Editör Ne İş Yapar?

Yazar, metni yazar. Çevirmen, eğer metin basılacak özgün dilden farklı bir dildeyse onu o anadile çevirir. Dizgici, metni dizer. Düzeltmen, metni tüm yazım kurallarına uygun duruma getirir. Mizanpajcı, metnin sonul yayın formatını hazırlar. Matbaacı, metni kağıda hatasız basar. Ciltçi, eldeki basılı kağıtları ciltler ve düzgün olarak traşlar. Yayıncı, bu işler için para, yaşam enerjisi (: libido) ve zaman verir; yazar seçer, çevirmen seçer. Peki, editör ne iş yapar? Bazılarına göre hiçbirşey...
Halbuki editör, adının etimolojisi üzerinde, derler. Artı düzenler, ayıklar, seçer. Yayın yönetmeni olarak; yazarı belli metinleri yazması için, çevirmeni belli metinleri çevirmesi için, yayıncıyı belli yazarları yayınlaması için yönlendirir. Nitelikli bir editörün yaptığı iş, kesinlikle kültür kabzımallığı değildir. Yazarla yayıncıyı, yazarla okuyucuyu buluşturur. Ancak, bunlar için ‘olmazsa olmaz’ önkoşul değildir.
Dergi editörü, gönderilen yazılardaki bilgisel hataları, ya ayıklar ve düzeltir, ya da düzeltmesi için metni yazarına iade eder. Makalelerin birbiriyle ilintili olmasına dikkat eder. Belli konularda dosyalar tasarlar, yaratır, yayınlar. Okuyucunun ve ülkenin gündemini yakından izler.
Kitap editörü, ister yerli olsun, ister yabancı olsun, yayınlanmayı hak eden yeni yazarlar keşfeder. (Burada öznellik de devreye gireceği için, birden çok alanda / çeşit editör olabilir.) Diziler hazırlar. Yayınevinin kataloğundaki kitapların ‘ağzı başka yerde, burnu başka yerde’ dağınıklığında olmasını engeller. Okuyucuya ilk lokmada zor gelecek yazarları, sunuşlarla, önsözlerle, tanıtım yazılarıyla kolaylaştırır.
‘Editör’ dediğin, bunların hepsini yaptığı gibi, listelenmemiş ve hiç akla gelmeyecek yeni beceriler yaratır.

·          

13

7.      Dağıtımcılar:

Yayıncılara Kitapname’de sürekli yüklenildi ama dağıtımcılara sıra gelmedi gibi oldu. Onların da hakkını verelim:
Dağıtımcılar, kitabı yalnızca dağıtmak için, kitapların üst fiyatının % 40-50’sini komisyon olarak alırlar. Çüşünüz yani... Yapılan iş nedir? Yayıncının İstanbul’daki deposundan, Türkiye’nin herhangi bir noktasındaki kitapçıya mal teslim etmek. Yahu; kargo ve kurye şirketleri, bu işi zaten yapıyor. Bugün; 10 kiloluk bir kolinin, diyelim Antalya’ya (Türkiye içi ortalama bir uzaklık olduğu için seçildi) elden teslimi 1.000.000 lira (ki aynı firmayla sürekli çalışınca indirim de var ve onlar da kuşkusuz kar ediyor). Bu ağırlık, ortalama 50.000.000 liralık kitap yapar. Dağıtımcı ne alıyor? 20.000.000 -  25.000.000 lira. Oha valla...
Tabii, onlar da uyanık ve aradaki farkın vehametinin bilincindeler. ‘Deli Dumrul’ misali, geçenden bir, geçmeyenden iki akçe. Dağıtımcı firmalar, genelde gazetelerin malı olduğu için, adamlar anında blokaj uyguluyor. Dediklerini yapmayan standlara mal sevkiyatını kesiveriyorlar. (Akşam gazetesine ve Alfa Yayınları’nın çizgi romanlarına aynı şeyi yaptılar.) Böylelikle, kimse ucuz kitap temin edemiyor.
Gameda, Yay-Sat, Bir-Yay gibi firmaların dağıtım savaşlarının son 25 yıllık bir tarihçesi ilginç olurdu (ama o da başka bir yazı başlığı eder). Yalnızca, 4 yıl önce başlayıp 2 yıl süren ansiklopedi savaşlarını (üstelik utanmadan bu deyimi kendileri kullanmışlardı) anımsayın: Ne pislikler dönmüştü. En saygı duyulan köşe yazarları, patronlarına ayakçılık yapmışlardı.
Dağıtımcı dibin kara, yayıncınınki senden kara...

·          

8.      Başkalarının Mektupları:

Seyyar kitapçılık yaparken yıllar içinde bende tuhaf bir merak oluştu. Hurdacıları kitap almak için gezerken, aynı zamanda gazete kağıtlarının içine karışmış başkalarının mektuplarını toplamaya başladım. 5 yılda 100’ün üzerinde kişinin evrak-ı metrukesine sahip oldum. (Konunun hukuksal yönünü bilmediğim için ayrıntılara girmeyeceğim.) Bir meslektaşım bana, bende ‘casusluk’ ve ‘röntgencilik’ eğiliminin olduğunu söyleyerek beni aşağıladı. Ona göre, kişisel mektuplar mahrem şeylerdi. Elimdeki metinleri çok ileri bir tarihte bir ‘antoloji’ olarak yayınlamayı düşünüyorum.
Tesadüf eseri, ünlü kişilerin mektupları da elimden geçti. Celal Bayar’ın 1962’de Kayseri Cezaevi’nden bir gazeteciye yazdığı mektubu buldum. Onu bir kolleksiyoncuya sattım. 1997’de bir müzayedede Nazım Hikmet’in üçüncü karısı Münevver’in, Nazım onu terkettikten sonra, Nazım’a pasaport veren biricik ülke olan Polonya’nın Varşova kentinden, Kemal Tahir’e yazdığı mektuplar satıldı. (Böyle bir şey sizi çileden çıkarıyor mu?) Yine 1997’de, Mehmet Ali Aybar’ın terekesi (meslek jargonunda böyle deniyor) hurdacıya düştü. Birkaç parçaya bölünerek esnafın eline geçti. Hala orada burada bazı fotoğraflar ve mektuplar satılıyor. Şu anda elimde yaşayan birkaç ünlünün de mektubu var ama onları ‘kişilik hakları’ konusuna saygı duyduğum için gizli tutacağım. Zaten beni ilgilendiren sıradan insanların mektupları.
Aslında doğrudan alıntı yapmak isterdim ama dedim ya hukuk sorunu; o nedenle, bazı parçalardan yalnızca bahis edeceğim. En hoşuma giden ve kültürolojik olarak en anlamlı bulduğum parçalardan biri, bir psikiyatristten diğer bir psikiyatriste, şehir değiştirme nedeniyle, hasta nakline dair olanlar: Birinci doktor, ikinci doktora hastanın ana sorunlarını anlatmış ama semptom olarak ‘28 yaşında işsiz olma’yı göstermiş ki bu durumda memleket deli dolu demektir; ayrıca ‘üslup’ hiçbir edebi metinde raslanmayan özgün bir yazınsal lezzet içeriyor.
Mektupların yanısıra; anket defterleri, hatıra defterleri, günlükler de var. Özellikle iki azınlık mensubu kadının (biri Rum, biri Ermeni) 1942’de ve 1985’de tuttuğu, oldukça uzun (yüzer daktilo sayfasından fazla hacimdeki) günlükler ilginç. Aslında ikisi de, kendilerini aşağılayan Türkiye’ye (ve onun insanlarına) karşı nefret dolu ama ikisi de zayıf ve aciz olduğundan dolayı hiçbirşey yapamamış. Bu nedenle, bastırılmış ve dolaylı gündelik faşizme ilişkin, şimdiye kadar okuduğum en anlamlı sayfalar oluşmuş. Yayınlamak istememin nedeni zaten bu: kültür polinomlarına, görünmeyen ama varolan parametreleri eklemek.
Konu aslında çok uzun ama burada kesiyorum.

·          

9.      Mantık Dili:

Mantık dilini, bir dil durumuna yükseltgemeye çabalayan ilk kişi Aristo (M.Ö. 387-317) olmuş. Ancak o da tamamlanmış bir sistematik yaratamamış. Onun metinleri, 1.500 yıl boyunca İspanya - Maveraünnehir arasındaki coğrafyada, batıdan doğuya, doğudan batıya sürekli yol alıp ve yorumlanıp durmuş. Sonul duruma 1200’lerde Avrupa’da ulaş(tırıl)mış. Bugün bütün üniversitelerde, ilahiyattan felsefe bölümlerine dek, onun mantığı öğretilir.
Aristo Mantığı - Euclid Geomietrisi - Newton Fiziği tümleşik sistematiklerdir. Euclid geometriyi, Aristo’nun mantığının üzerine, Newton da fiziğini Euclid’in geometrisine dayandırmıştır. 19. ve 20. Yüzyıl’da Euclid Geometrisi’ne ve Newton Fiziği’ne karşıt ve onlarla eşlenik sistematikler oluşturulmasına karşın, Aristo Mantığı’nın karşıtları bir türlü sistematiğe oturtulamamıştır.
Aristo Mantığı, tıpkı matematik gibi, gündelik dilden oyla çıkar. Temel tümce biçimi olan ‘A, B’dir ve ‘A, B eyler’i kullanır. Tümel-tikel ve olumlu-olumsuz ikililerini kullanır. Bu formatıyla kesinkestir ama ardından devreye sokulan ‘bazı’ kipi, en ‘sıkı’ örüntülü olmaya çabalayan Aristo mantık dilini limitte ‘hiç’ sıkı örüntüye götürür.
Bir gün bu sistematiği kuracağım.

·          

10.  Körleşme ve Sağırlaşma:

1971 Aralık’ta ve 1983 Ocak’ta iki antibiyotik zehirlenmesi geçirdim. Bu zehirlenmelerin ilkinin ertesinde, on gün boyunca gözkapaklarım ödemden dolayı açılmadı, bir hafta boyunca tenimin her noktasında çok kaşınan kızartılar oluştu, immünolojik homeostazim artık tüm antibiyotiklere karşı beni alerjik yaptı, bu da bronşektazimin kalıcılığını sağladı, ruhsal travma geçirdiğim için kalıcı ölüm psikozu edindim, ellerimde bir yılda iyileşen yaralar oluşturan egzama oldum, iki serçe parmağımın kemikleri eğrildi.
Bunlar yaşadığımı ayırsadığım işkenceler. 1996 yılında okuduğum bir kitap, antibiyotik zehirlenmelerinin görme, işitme ve denge organları üzerinde uzun vadede tahribat yaptığını belirtiyordu. 1992 yılında üç kez yarı felç-yarı dengesizlik arası semptomlu üç nöbet geçirmiştim. O zaman alkolden dolayı sanmıştım. Şimdi bunları da, artetkiye bağlıyorum. Gözlerim ve kulaklarım da giderek kötülüyor. Eskiden 100 metreden insanları tanıyabilirdim, şimdi 1 metreden tanıyamıyorum (hala gözlük kullanmıyorum). Özellikle sol kulağım olmak üzere, işitme duyum da giderek zayıflıyor. Anne tarafında, akraba evliliğinden dolayı, genetik bir hastalık eğilimi varmış; 4 teyzem ve annem ağır işitir ve hepsi de kulak iltihabı geçirdi.
Denge duygumu yitirmek olasılığı, beni yatağa bağlayacağı ve sokak / yürüme bağımlısı olduğum için büyük olumsuzluk. Ancak körlük ve sağırlık öyle değil ki yazmak takınağım olduğu için, görmeyen bir yazarın açmazı başedilmez olsa da katlanılır geliyor. İnsanları görmek ve işitmek, yaşamımın ikinci yarıyolunda tahammül edilmezleşti. Az göreli beri, mazeretim var, herkesi tanımazdan geliyorum. Az işiteli beri, gürültüye karşı şizofrenik / delice duyarlılığım azaldığı için daha kolay uyuyabiliyorum. Böylelikle, insanlarla aramda koruyucu bir engel oluştu.
Yönetmen Derek Jarman ve yazar Herve Guibert, yaşamlarının son aylarında, AIDS’ten dolayı görme yetilerini yitirmişler. İlki Mavi’yi (Nisan Yayınları), ikincisi Hastane Günlüğü’nü (Can Yayınları) yazmış. Kendi trajedilerini anlatmışlar. Elias Canetti, Körleşme (Payel Yayınları) kitabıyla, bedensel hastalık nedeniyle değil de, zihinsel duyarlılığın azalması yoluyla, dış dünyaya körleşmeyi anlatmış. Üçü de durumu olumsuzlamış. Soru-n burada: Olumsuz olan nedir?
Beethowen, sağırken bile beste yapmış. Tabii ki kendisi dinleyememiş. Ancak; zaten bir sanatçı, çok özel durumlar dışında, başkaları için yaratır. (Aşçılar, kendileri yemek için yemek yapmazlar.) Helen Keller, doğuştan kör ve sağır olarak 55 yıl yaşamış ve körler için alfabe yarattırmaktan, onların insan haklarını savunmaya, hatta bir kitap yaz(dır)maya dek, bir çok iş başarmış. Ağlak yapmaya gerek yok. Dış dünya, zaten yaratı (hatta duyarlı-içedönük birinin yaşaması) için zararlıdır. Körleşeli ve sağırlaşalı beri, çok daha rahat düşünüyor ve yazıyorum.

·          

11.  Türkiye’de ve Dünya’da Kitap:

Latin Alfabesi’ne geçilen Kasım 1928’den sonraki on yıl içinde Türkiye’de basılan kitapların sayısı şöyle:

1928          53
1929          396
1930          680
1931          639
1932          706
1933          779
1934          1.468
1935          1.618
1936          1.972
1937          2.223
1938          2.520

Son 30 yıl içinde sayılar şöyle:

1965          5.000
1975          6.500
1985          5.500
1995          6.500

Daha önceki bazı başlıklar altında son yıllardaki durumu irdelemiştim. O nedenle, yalnızca Dünya istatistikleri ile karşılaştırma yapacağım.

Toplam            Arap              Kuzey
            (170 ül.)            (15 ül.)              (40 ül.)_
1970    521.000             4.700                70.000_
1980    742.000             6.500                153.000
1990    815.000             6.400                242.000

Açıkça görüldüğü gibi, Türkiye yeterince kitabı olan bir ülke (ayrıca bakınız: Türkiye kütüphaneleri istatistikleri); çünkü daha önceleri de yazdığım gibi ortalama bir okur, yaşamı boyunca 1.000 kitabı çok nadir okur. 1990 sonrasında Türkiye, Dünya gündemini de yakaladı. (Yayıncılar için sonunda olumlu bir şey yazdım işte.)

·          

12.  On Üç Uğurlu Sayımdır:

Kitapname’ye başlarken, ‘hep 3’üncüde sansür yiyorum’, demiştim. Bu yıl, Kitapname dahil,  toplam 15 yazım yayınlanmış olacak ve 3 kez sansür yemiş olacağım. Aslında, 3 veya 13 kez olması farketmiyor. Her kezinde acı çekiyorum.
Sözümü tuttum. ‘Kitapname’, bir kitap (d)oldu. Yayıncılar sözünü tutmadı. Beni (ve başkalarını) hep sansürlediler. Üstelik otosansürde en az 30 sayfa (yani kitabın üçte biri kadar hacim), atlandı. 12’incide söylediğimce ‘yarına yeni metinler gerek’. Eğer olursa, ‘Yazı Yolu 1997’, 1998’de 10 parça olarak yayınlanacak. İskenderiye Yazıları’na yazı ve kitapla ilgili metinlerin yakıştığını düşünüyorum. Öyle de eyleyeceğim.
Hiç okundum mu? Bilmiyorum. Hiç ses gelmedi. Yine tekrar: Sıfır okuyucuya yazıyorum. Olsun: Sağır duvar delindi bir kez. Cehaletin ve gerizekalılığın karanlığına, bilgi ve zeka ışığı giriyor.

·          

13.  Devamı 1 yıl sonra.

(İstanbul 1996-1997)

·        

Dipnotlar:

1.       Devamı, 2000’de hala gelmemiş durumda.
2.       Genel akıştan anlaşılacağı gibi ‘Kitapname’, bir dergide (İskenderiye Yazıları’nda) tefrika edildi. Metnin sonuna gelindiğinde, editörle diyaloğumun da sonuna gelinmişti. Son iki bölümün öyleliği bu nedenledir. Ahde vefa ile değiştirmedim.
3.       ‘Kitapname : 2’ yok ama onun yerine, ‘Zanaat-ül-Kıraat’ ve ‘Eleştiristan’ var.
4.       Kitapname, bazı ek istatistiklerle desteklendi.

(İstanbul 2000)


·        

KİTAPNAME : EKLER

 

EK : 1 : DÜNYADA BASILAN KİTAPLAR


Kitap Sayısı     1970    1980    1990    Nüfus(1990,%)

Toplam             521.000 715.500 842.000 100,0
Afrika               8.000    12.000  13.000  12,1
Amerika           105.000 142.000 148.000 13,7
Asya                75.000  138.000 228.000 58,8
Avrupa             246.000 330.000 364.000 9,5
Okyanusya        7.000    12.500  12.000  0,5
SSCB               80.000  80.500  77.000  5,5__
GelişmişÜlke     451.000 562.500 600.000 23,1
Gelişen Ülkeler  70.000  153.000 242.000 76,9_
Türkiye             6.500    5.500    6.000    1,2

Afrika               4.600    9.000    10.000  9,2
Asya                73.700  134.500 224.500 57,5
Arap (13 ülke)   4.700    6.500    6.500    4,2
Kuzey Amerika 83.000  99.000  102.000 5,2
Latin Amerika   22.000  43.000  46.000  8,5

·          

 

EK : 1.1 : ÜLKELERDE BASILAN KİTAPLAR :

9 ÖRNEKLEME : 1993



ABD                49.000
Almanya           67.206
Çin                   92.272
Fransa              41.234
Hindistan          12.768
Japonya            35.000
İngiltere            95.015
Rusya               29.017
Türkiye               5.978


Saptamalar


·       Türkiye; kitap basımı  sayısı açısından Asya, Afrika ve Arap ülkelerinden çok iyi durumda ama gelişmiş ülkelerden çok kötü durumda. 30 yıldır nüfusu artarken, kitap basımı üst sınırı hep aynı kalmış ki bunda darbelerin payı çok yüksek. TÜRDAV kataloğu 50.000 kitap içerir. Gayrıresmi-resmi sayı oranı üçe bir o nedenle...
·       Çin, çok yakında dünyanın en çok kitap basılan ülkesi olacak ama basılan kitapların yarısından çoğu, toplumbilimleri, yani siyaset, yani Marksizm, aslında Maoizm hakkında.
·       ABD, bu verilere göre dünyanın kültür egemeni durumunda değil, özellikle batmış imparatorluk İngiltere’den çok geri durumda ama ingiltere bu işi ticaret için de yapıyor, onun belirtilmesi gerek.
·       Tablolara konmayan ayrıntılı verilere göre, sıralama ‘bilim > sanat > felsefe’ kitapları olarak görünüyor. İnsanbilimleri ve temel bilimlerde durum, açık farkla ilki lehine. Sanatta durum, açık farkla edebiyat lehine; edebiyatta da ‘öykü + roman + şiir’ lehine. Örnekse: Türkiye 1993 = 5.978 =  4.382 ( = 3.525 + 856 : insanbilimleri + temel bilimler) + 1.468 ( = 230 + 1.238 : sanat = diğerleri + edebiyat) + 129 ( = felsefe)
·       Dünyanın en çok basılan ve gönüllü okunan çağdaş üç yazarı da kadın: Agatha Christie (polisiye), Barbara Cartland (aşk), Barbara Bradford (ki türü aşk ve 600 küsur romanla dünyanın en çok yazmış roman yazarı rekorunu da elinde tutuyor). Üçü, tüm dillerde yılda ortalama 5.000 kitap demek.
·       Tüm zamanların toplamında, Mao bir milyar, Stalin beş yüz milyon nüsha ile, iki milyarlık İncil’i izliyor. Üçü, tüm dillerde yılda ortalama 20.000 kitap demek.
·       Dünya tarihinin en önemli kitapları listelerinde romanlar ön sırada yer almıyor. Genelde siyaset kitapları önde. Bu da sözü geçen ikilemi iyi resmediyor.
·       Yani: Kitap, matbaadan 500 küsur yıl sonra bile hala başlamadı.
·       Yıl 2000’de, Dünya nüfusunun üçte biri doğrudan, üçte biri dolaylı olarak okuyamaz durumda.
·       En çok kitap basılan ülkelerde bile, kişi başına ayda bir kitap ya düşüyor, ya düşmüyor.
·       Bir kitap fiyatı, Türkiye’de bir müzik kaseti ve bir film gösterisi fiyatına aşağı yukarı eşit. İkinci el kitap fiyatları, bunun beşte ila onda biri kadar ki bu da bir paket yabancı / ithal sigara fiyatından ucuz. Dolayısıyla kitap okumazlığı için bir para sorunu sözkonusu değil.
·       Üniversite kütüphanelerindeki romanlar (ki bedava okunuyorlar), öğrenci başına yılda bir kitap ortalamasıyla okunmakta (BÜ).
·       Belli bir yaştaki bir kişinin, kaç kitap okumuş olması gerektiğine ilişkin saptama yapmaya kimse yanaşmıyor.
(2000)

 

EK : 2 : DÜNYADA ÇEVİRİ : 1984


                        Çeviri              Toplam

Almanya           8.139                48.836
İngiltere            914                   51.411
Fransa              1.710                37.189
İspanya             9.649                30.764
İsveç                2.043                10.373
SSCB               8.202                82.790
Hollanda           3.945                13.209
Çekoslovakya    1.395                  9.911
Türkiye                701                  6.869

·          

Saptamalar


·         Çevirilerin toplam basılan kitaba oranı, çok düzensiz: İngiltere’de % 1,8, (eski) SSCB’de 9,9, Hollanda’da 29,9.
·         Bu da, dünya dili İngilizce’ye girebilen yabancı yazar sayısını çok düşük olduğunu gösterir.
·         Türkiye ortalarda bir yerde.

(Kaynak: İndex Translationum 1986, UNESCO.)

·          

EK : 3

KİTAPTA ENLER, İLKLER VE HİÇLER

Enler


En büyük kütüphane: ABD Kongre Kütüphanesi, 100.000.000’dan çok parça.
En çok satan yazar: Mao, Kırmızı Kitap, 1.000.000.000’dan çok parça (alımı zorunluydu).
En çok satan ticari yazar: Agatha Christie, 1930’dan beridir 2.000.000.000’dan çok nüsha (başka bir yerde 200.000.000 deniyordu).
En çok basılan kitap: İncil, bedava dağıtılanlarla birlikte 2.000.000.000’dan çok nüsha.
En çok kitap yazmış yazar: Barbara Bradford, 600’dan çok kitap.

İlkler


Çeviri: UNESCO, İndex Tranlationum 1955-1986 (ABD’nin ödeneği kesmesi nedeniyle yayını durdu)
Tüm kitaplar: UNESCO Almanac (2003’te yayını sürüyordu)
İlk basılı kitap: 1453 Gutenberg İncili.

Hiçler


Sokrat hiç kitap yazmadı.
Yaşayan 5.000’den çok dilde hiç kitap basılmadı.
Var olan 180’den çok ülkenin yazarına hiç Nobel edebiyat ödülü verilmedi.
Yaşayan 6 küsur milyar kişinin 2 milyarı hiç kitap okumadı. (2003)
Yazının icadından beridir yaşamış 30 milyar kişinin 25 milyarı hiç bir kitap veya başka yazılı bir metin okumadı.

(Kaynak: Guinness Rekorlar Kitabı, değişik yıllar. İlkler Ansiklopedileri.)

·          

EK : 4

 

TÜRKİYEDE KİTAPLA İLGİLİ SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ


Türkiye Kitapçılar Derneği
Türkiye Yazarlar Sendikası
Türkiye Yazarlar Birliği
Yayıncılar Birliği
Türk Dağıtım Vakfı
Esnaf ve Zanaatkarlar Odası (kitapçılar buraya kaydolmak zorunda)
Ticaret Odası (yayıncılar buraya kaydolmak zorunda)
Türk Kütüphaneler Birliği

·          

EK : 5

 

TÜRKİYE KÜTÜPHANELERİ


Sayı                  1970                1980                1990

Ulusal               1                      1                      1
İl ve İlçe Halk   327                   517                   700
Çocuk               249                   286                   300

·        

Kitap Sayısı     1970                1980                1990


İl ve İlçe Halk   3.034.387          4.466.156          6.000.000
Çocuk               613.421             753.278             850.000

(Kaynak: Türkiye İstatistik Yıllığı, değişik yıllar.)